Heyecanla
ekose gömleğinin göbeği üzerinde toplanan kısmını aşağı çekiştirdi. Aynaya
hızlıca bir göz attı, kapıya yöneldi.
Karşısında alımlı
bir kadınla tıfıl bir delikanlı vardı. Delikanlının varlığına canı sıkıldı
hafiften, ekşitti suratı ancak çabucak toparladı.
“Alımlı
kadınla daha sonra ilgilenirim, şimdi söyleşiye odaklanmalı” diye geçirdi
aklından. Yanağı seğirdi hafiften. Ne vakit aklından pek hoşuna giden bir şey
geçirse böyle yanağı seğirir sakalları oynardı.
Salona doğru
yol gösterdi ikiliye, alımlı kadın üçlü koltuğa rahatça yerleşmeden önce elini
uzattı:
- -Selin
ben sevgili İzzet Arif Bey
İki isminizi birlikte kullanmaktan hoşlanıyorsunuz diye duydum, bilmem
yanılıyor muyum?
El sıkışırlarken
“hayır” dedi İzzet Arif “yanılmıyorsunuz Selin Hanım”
Bu cevabı
hayli ağırdan almış, o süre zarfında Selin Hanım’ın elini bırakmamıştı.
Kadın kibarca
elini çekip, üçlü koltuğa rahatça oturup bacak bacak üstüne attı. İnce uzun
bacaklarının ne kadar cezbedici oldukları siyah pantolonundan dahi belli
oluyordu. Dalgalı kumral saçları handiyse beline geliyordu.
Oturduğu yerden,
gözlerini hiç ayırmadan, bir hayli küçümser bir tavırla İzzet Arif’i
inceliyordu.
İzzet Arif
bu göz hapsinden tedirgin olup kapı ağzında dikilip kalan delikanlıya döndü; “otursana”
dedi.
Selin
- -Ah
Berke unuttuk seni
İzzet Arif Bey, Berke fotoğraflarımızı çekecek…
“Hoş geldin”
dedi İzzet Arif çaktırmadan çocuğu inceleyerek.
Çocuk orta
sehpanın yanından dolanarak ikili koltuğun köşesine ilişti. Uzun saçlı, küpeli
,hafif kaslı, hayli tıfıl ama bir o kadar da yakışıklıydı.
İzzet Arif’in
suratı ekşidi yine farkında olmadan. Kuvvetli rakiplerden hoşlanmazdı, yan gözle
Selin’e baktı; oğlanla ilgilenmiyordu. Yüzü güldü İzzet Arif’in yeniden
“Filtre
kahve yapmıştım yeni, içer miyiz?”
- -Sütlü
dedi sadece
Selin; fütursuzca İzzet Arif’i incelemeye devam ediyordu.
Bu bakışlardan
iyiden iyiye huzursuz olan İzzet Arif hemen mutfağa yöneldi. Berke’den yanıt
alamadığını anımsadı, seslendi
“Berke
seninki?”
- -Sade
dedi Berke.
Kahveleri hazırlarken
miskin tekir kedisi mırıl mırıl bacaklarına süründü. “Dur kızım şimdi ya” diye
söyledi kediye. Çıkarken mutfağın kapısını kapattı kedi içeri gelmesin diye.
Selin kaykılarak
oturduğu üçlü koltukta doğrulmuş, orta sehpanın üzerine not defteri ve kalem
çıkartmış ve bir ses kayıt cihazı yerleştirmişti.
Uzanıp kahvesini
tepsiden alırken
- -Başlayalım
mı?
dedi
“İnsan
kahveye bir teşekkür eder, ne kaba kadın bu” diye geçirdi içinden İzzet Arif “Tamam” dedi dışından.
Berke makinesini
çıkartmış, orasıyla burasıyla oynayıp ışık ayarlarını yapıyordu.
Kahvesini alıp
ikili koltuğun Berke’nin ilişmediği diğer köşesine oturdu İzzet Arif. Gözü
göbeğine takıldı, ekose gömleği toplanmıştı yine, mutfakta çekiştirmediği için
kızdı kendisine. “Şimdi bu kadın gözümün içine bakarken de düzeltemem ya” diye
düşündü, yüzü ekşidi.
İzzet Arif
piyanist şantördü. Evet günümüzde artık böyle bir meslek kalmamıştı 90’lı
yılların başlarında popüler olan bu meslek tavernalarda org çalıp şarkı
söylemekten ibaretti. Artık taverna kalmadığından, meslek de yok olup gitmişti.
İzzet Arif bunu günümüzde canlandıran isim olarak bir anda şöhret olmuştu Ankara
piyasalarında. Bir sosyete meyhanesinde icra ediyordu mesleğini. Ankara’nın o
çok meşhur sosyete dergisi için söyleşi yapmaya da tam bu sebeple gelmişti
Selin Yılmaz. Derginin popüler isimlerindendi.
İzzet Arif
her ne kadar kendisini büyük bir sanatçı olarak görüp böbürlense de aslında hiç
de sanatçı profiline sahip birisi değildi. Göbekli, sakallı, kaba saba bir
adamdı. Gerçi sakalı şimdilerde çok moda olduğundan bırakmıştı ama çok da rahat
etmişti doğrusu. Hem her gün traş olma zahmetinden kurtulmuş, hem de bol kıllı
olduğundan traş olurken cildinin tahriş olup durması eziyetinden. 15 günde bir
kuaförüne gidip düzelttiriyordu sakalı oluyor bitiyordu. Fiziki görünümünün
uygunsuzluğu bir yana zaten geçmişte kalan piyanist şantörlerin de büyük
çoğunluğuna ne denli sanatçı denilebilirdi, o da tartışılırdı doğrusu..
Neyse gerçekten
de İzzet Arif kendisi için çok akıllıca bir seçim yapmıştı bu mesleği seçerken.
Bu işe biraz ailesine kendini kanıtlamak, asilik yapmak adına bulaşmıştı. Tutacağı
pek de aklına gelmemişti aslında en başlarda.
Zengin aile
çocuğuydu İzzet Arif, feodal toprak zengini kasaba kökenli bir aileden
geliyordu. Hiç para sıkıntısı nedir bilmeden büyümüş, uyduruğundan da olsa
kolejlerde okumuş hatta yine uyduruk bir taşra üniversitesini bile bitirmişti. Sözde
işletmeciydi. Bunu her fırsatta dile getirmeye bayılır ama hiç üniversite adı
vermezdi.
Çocukluğunda
zengin aile çocukları arasında piyano dersleri moda olduğundan buna da ders
aldırtmıştı ailesi. Bir Mozart olamayacağı çok açık ve net olmakla beraber
müzik kulağı pek de fena olmadığından üç beş bir şeyler kapmıştı o derslerden. Ondan
başka iki kız bir erkek kardeşi daha vardı ama onlar hepten umutsuz vaka
çıkmış, kısa sürede öğretmeni delirtmek suretiyle müzik hayatlarını
noktalamışlardı.
İzzet Arif
bir taraftan ailesinin ona sağladığı bol paralı imkanları sonuna kadar sömürerek
kullanırken diğer yandan da onlardan utanıyordu. Çünkü kendince feodal düzene
çok karşı, sıkı bir solcu, büyük bir aktivistti.
Yaşadığı hayatla
bu seçimlerinin taban tabana zıt olduğunun yüzüne vurulmasından asla
hazzetmezdi.
İşte piyanist
şantörlüğe soyunmasının nedeni de ailesine karşı gelmek, kendi ayakları
üzerinde durmak isteğindendi. Kendine kendi kriterlerine uygun –sözde- onurlu
bir hayat kuracaktı. Sorarsan kurmuştu da. Lâkin Ankara’nın en lüks semtinde
oturduğu ev, altındaki arabaları –evet iki arabası vardı- baba parası ile
alınmışlardı. Bu konuyu hiç gündeme getirmez, elinden geldiğince ört bas
ederdi.
Esasen yola
piyanist şantörlüğü hedefleyerek çıkmamıştı. Amacı devrimci şarkılar söyleyip
türkü barlarda çıkıp ekmeğini kazanmaktı. Fakat İzzet Arif’in çalabildiği tek enstrüman
çocukluktan kalan piyano tecrübesi sayesinde org olunca, türkü bar hayalleri
suya düşmüştü otomatik olarak. Gitar ve saz tıngırdatmayı da denemişti ama o
derece umutsuz vakaydı ki..
Hoş ona
sorarsanız çok iyi olacaktı bir gün
Hem gitarda,
hem sazda…
Olacaktı emindi
aslında çok iyiydi de.. heyecanlanıyordu işte
o heyecanı bir gün kesin yenecekti
Ama o gün
bir türlü gelemiyor, sürekli debelenmesine rağmen İzzet Arif bir arpa boyu yol
kat edemiyordu….
-sürecek-
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder