20 Nisan 2017 Perşembe

ruh ve beden sağlığı detoksu

çelınç yazarken iyiydi... her gün yazıyordum.
o zaman demiştim ki
-aman blogu artık ihmal etmeyeyim, ben blogerlığı meğer ne kadar çok seviyormuşum-
uhuhuuuu
lakiiiiiin
ülke gündemi o denli şahane ki
ne yazabildim
ne okuaybildim son bir aydır adam gibi
içim şişti içimmmmm

mücadele mücadele mücadele
offfff nereye kadar
boşa kürek çekiyoruz ya
valla

artık biraz kendi iç dünyama dönmek istiyorum...
daha çok okumalı, yapmak isteyip yapamadığım onca şeyi yapmalı, örgü örmeli, dikiş dikmeli
her gün saatlerce müzik dinlemeli, dans etmeli, açık havada bol bol yürüyüş yapmalı, çokça yazmalı, capon balığına, büüye ve annişime daha çok zaman ayırmalı, gezmeli, fotoğrafa yeniden ağırlık vermeli, ihmal ettiğim dostlarımı arayıp sormalı, buluşup kahve ya da rakı içmeli, daha çok gülümsemeli
özetle enerji depolamalıyım...

evet yaaa
yapacağım bunları
gerçekten...

bir de en önemlisi enerjimi sömüren insanlardan uzak durmak da olmalı listede..

var ya öyleleri
ne hikmetse nerde acayip var beni buluyor
valla

bi de merak ediyorum cidden
bi bakın yaa şööle alıcı gözle bana
benim tipimde bir "senin yüzünden" tipi mi var?

geçmişte de çok geldi başıma da çok yakın geçmişte çok somut iki örnek var..

birisi hayatında ben olup da bahsetmesem sittin sene haberinin olması olasılığı olmayan bir seminere sayemde katılıp sonra da bana atar yaptığı için seminere devam etmeyi bırakıp
ardından da SENİN YÜZÜNDEN BEN KURSUMA DEVAM EDEMEDİİİİĞĞĞM diyen bir zat-ı muhterem
nan ben olmasam o kurstan haberin olmayacaktı onu naapcaz?
bu bir

bi de başkası var
benimle arkadaş olup benden dolayı çok yakın dostumla da arkadaş olan bir zat-ı muhterem... anlamsızca ayak üstünde bir gecede 29 yalanı ard arda sıralamışlığını keşfedip yüzüne vurdum ve bunu da dostumla yaptığımız bir sohbet anında anladığım için bana şarlayıp SENİN YÜZÜNDEN BENİ HAYATTA ANLAYAN TEK İNSANI KAYBETCEM BEEEEĞĞĞN
ulen ben olmasam sen o seni hayatta tek anlayan insanı nası bulacaktın acabaaaa
derler adama di mi?
derler
dedim de zaten


hay bin kunduz yaaauw
parayla mı veriyolar arhadaş bunnarı bana kiloyla mı?
egolarını yediklerimmm
...

hayır bi de en başında ben bunlara çok değer verip gönül rahatlığı ile benim için çok değerli olan ortamlara sokup benim için değerli insanlarla tanıştırıyorum falan....

SENİN YÜZÜNDEN TİPLİ olduğum kadar
salağım da bence...

ezcümle
ruh ve beden sağlığı detoksuna giriyorum ey ahali
işe de bana negatif enerji veren homo sapiensleri ayıklamak
ve hayatıma hasbel kader sızan yeni insan olursa onlara asla ve kat'a özel bir değer vermeyerek başlamayı düşünüyorum

HAYIRlara vesile olsun..

haaaa bu arada
saçları ful mor yaptım
ne zamandır aklımdaydı
olurdu olmazdı derken
olur nan olur
ne olmayacak dediiiiim
yaptım
ben sevdim...
beğenmeyen küçük oğluna almasın :)




3 Nisan 2017 Pazartesi

Postmodern Bir Piyanist Şantör- İzzet Arif



Heyecanla ekose gömleğinin göbeği üzerinde toplanan kısmını aşağı çekiştirdi. Aynaya hızlıca bir göz attı, kapıya yöneldi.
Karşısında alımlı bir kadınla tıfıl bir delikanlı vardı. Delikanlının varlığına canı sıkıldı hafiften, ekşitti suratı ancak çabucak toparladı.
“Alımlı kadınla daha sonra ilgilenirim, şimdi söyleşiye odaklanmalı” diye geçirdi aklından. Yanağı seğirdi hafiften. Ne vakit aklından pek hoşuna giden bir şey geçirse böyle yanağı seğirir sakalları oynardı.
Salona doğru yol gösterdi ikiliye, alımlı kadın üçlü koltuğa rahatça yerleşmeden önce elini uzattı:
-         -Selin ben sevgili İzzet Arif Bey
İki isminizi birlikte kullanmaktan hoşlanıyorsunuz diye duydum, bilmem yanılıyor muyum?
El sıkışırlarken “hayır” dedi İzzet Arif “yanılmıyorsunuz Selin Hanım”
Bu cevabı hayli ağırdan almış, o süre zarfında Selin Hanım’ın elini bırakmamıştı.
Kadın kibarca elini çekip, üçlü koltuğa rahatça oturup bacak bacak üstüne attı. İnce uzun bacaklarının ne kadar cezbedici oldukları siyah pantolonundan dahi belli oluyordu. Dalgalı kumral saçları handiyse beline geliyordu.
Oturduğu yerden, gözlerini hiç ayırmadan, bir hayli küçümser bir tavırla İzzet Arif’i inceliyordu.
İzzet Arif bu göz hapsinden tedirgin olup kapı ağzında dikilip kalan delikanlıya döndü; “otursana” dedi.
Selin
-         -Ah Berke unuttuk seni
İzzet Arif Bey, Berke fotoğraflarımızı çekecek…

“Hoş geldin” dedi İzzet Arif çaktırmadan çocuğu inceleyerek.
Çocuk orta sehpanın yanından dolanarak ikili koltuğun köşesine ilişti. Uzun saçlı, küpeli ,hafif kaslı, hayli tıfıl ama bir o kadar da yakışıklıydı.
İzzet Arif’in suratı ekşidi yine farkında olmadan. Kuvvetli rakiplerden hoşlanmazdı, yan gözle Selin’e baktı; oğlanla ilgilenmiyordu. Yüzü güldü İzzet Arif’in yeniden
“Filtre kahve yapmıştım yeni, içer miyiz?”
-         -Sütlü
dedi sadece Selin; fütursuzca İzzet Arif’i incelemeye devam ediyordu.  
Bu bakışlardan iyiden iyiye huzursuz olan İzzet Arif hemen mutfağa yöneldi. Berke’den yanıt alamadığını anımsadı, seslendi
“Berke seninki?”
-         -Sade
dedi Berke.
Kahveleri hazırlarken miskin tekir kedisi mırıl mırıl bacaklarına süründü. “Dur kızım şimdi ya” diye söyledi kediye. Çıkarken mutfağın kapısını kapattı kedi içeri gelmesin diye.
Selin kaykılarak oturduğu üçlü koltukta doğrulmuş, orta sehpanın üzerine not defteri ve kalem çıkartmış ve bir ses kayıt cihazı yerleştirmişti.
Uzanıp kahvesini tepsiden alırken
-         -Başlayalım mı?
dedi
“İnsan kahveye bir teşekkür eder, ne kaba kadın bu” diye geçirdi içinden İzzet Arif  “Tamam” dedi dışından.
Berke makinesini çıkartmış, orasıyla burasıyla oynayıp ışık ayarlarını yapıyordu.
Kahvesini alıp ikili koltuğun Berke’nin ilişmediği diğer köşesine oturdu İzzet Arif. Gözü göbeğine takıldı, ekose gömleği toplanmıştı yine, mutfakta çekiştirmediği için kızdı kendisine. “Şimdi bu kadın gözümün içine bakarken de düzeltemem ya” diye düşündü, yüzü ekşidi.
İzzet Arif piyanist şantördü. Evet günümüzde artık böyle bir meslek kalmamıştı 90’lı yılların başlarında popüler olan bu meslek tavernalarda org çalıp şarkı söylemekten ibaretti. Artık taverna kalmadığından, meslek de yok olup gitmişti. İzzet Arif bunu günümüzde canlandıran isim olarak bir anda şöhret olmuştu Ankara piyasalarında. Bir sosyete meyhanesinde icra ediyordu mesleğini. Ankara’nın o çok meşhur sosyete dergisi için söyleşi yapmaya da tam bu sebeple gelmişti Selin Yılmaz. Derginin popüler isimlerindendi.

İzzet Arif her ne kadar kendisini büyük bir sanatçı olarak görüp böbürlense de aslında hiç de sanatçı profiline sahip birisi değildi. Göbekli, sakallı, kaba saba bir adamdı. Gerçi sakalı şimdilerde çok moda olduğundan bırakmıştı ama çok da rahat etmişti doğrusu. Hem her gün traş olma zahmetinden kurtulmuş, hem de bol kıllı olduğundan traş olurken cildinin tahriş olup durması eziyetinden. 15 günde bir kuaförüne gidip düzelttiriyordu sakalı oluyor bitiyordu. Fiziki görünümünün uygunsuzluğu bir yana zaten geçmişte kalan piyanist şantörlerin de büyük çoğunluğuna ne denli sanatçı denilebilirdi, o da tartışılırdı doğrusu..
Neyse gerçekten de İzzet Arif kendisi için çok akıllıca bir seçim yapmıştı bu mesleği seçerken. Bu işe biraz ailesine kendini kanıtlamak, asilik yapmak adına bulaşmıştı. Tutacağı pek de aklına gelmemişti aslında en başlarda.
Zengin aile çocuğuydu İzzet Arif, feodal toprak zengini kasaba kökenli bir aileden geliyordu. Hiç para sıkıntısı nedir bilmeden büyümüş, uyduruğundan da olsa kolejlerde okumuş hatta yine uyduruk bir taşra üniversitesini bile bitirmişti. Sözde işletmeciydi. Bunu her fırsatta dile getirmeye bayılır ama hiç üniversite adı vermezdi.
Çocukluğunda zengin aile çocukları arasında piyano dersleri moda olduğundan buna da ders aldırtmıştı ailesi. Bir Mozart olamayacağı çok açık ve net olmakla beraber müzik kulağı pek de fena olmadığından üç beş bir şeyler kapmıştı o derslerden. Ondan başka iki kız bir erkek kardeşi daha vardı ama onlar hepten umutsuz vaka çıkmış, kısa sürede öğretmeni delirtmek suretiyle müzik hayatlarını noktalamışlardı.
İzzet Arif bir taraftan ailesinin ona sağladığı bol paralı imkanları sonuna kadar sömürerek kullanırken diğer yandan da onlardan utanıyordu. Çünkü kendince feodal düzene çok karşı, sıkı bir solcu, büyük bir aktivistti.
Yaşadığı hayatla bu seçimlerinin taban tabana zıt olduğunun yüzüne vurulmasından asla hazzetmezdi.
İşte piyanist şantörlüğe soyunmasının nedeni de ailesine karşı gelmek, kendi ayakları üzerinde durmak isteğindendi. Kendine kendi kriterlerine uygun –sözde- onurlu bir hayat kuracaktı. Sorarsan kurmuştu da. Lâkin Ankara’nın en lüks semtinde oturduğu ev, altındaki arabaları –evet iki arabası vardı- baba parası ile alınmışlardı. Bu konuyu hiç gündeme getirmez, elinden geldiğince ört bas ederdi.
Esasen yola piyanist şantörlüğü hedefleyerek çıkmamıştı. Amacı devrimci şarkılar söyleyip türkü barlarda çıkıp ekmeğini kazanmaktı. Fakat İzzet Arif’in çalabildiği tek enstrüman çocukluktan kalan piyano tecrübesi sayesinde org olunca, türkü bar hayalleri suya düşmüştü otomatik olarak. Gitar ve saz tıngırdatmayı da denemişti ama o derece umutsuz vakaydı ki..
Hoş ona sorarsanız çok iyi olacaktı bir gün
Hem gitarda, hem sazda…
Olacaktı emindi
aslında çok iyiydi de.. heyecanlanıyordu işte
o heyecanı bir gün kesin yenecekti
Ama o gün bir türlü gelemiyor, sürekli debelenmesine rağmen İzzet Arif bir arpa boyu yol kat edemiyordu….



-sürecek-