30 Kasım 2011 Çarşamba

“İyi fotoğraf çekmek” neyin nesiydi -- ?

Fotoğrafa başladığım ilk zamanlar "iyi fotoğraf mükemmel teknikten geçer" diyordum kendi kendime. Öyle olmalıydı, mantıklı gelen oydu. Doğru ışık, doğru pozlama, doğru kadraj, jilet gibi bir netlik, doğru bakış ve duruş açısı, doğru kompozisyon... Buna odaklamıştım kendimi. Peki “doğru” neydi?


Doğru...

Evet ama kime göre?

Kimin doğrusu?

Eğitmenlerimin söyledikleri mi doğruydu?

Doğruydu elbette, ama o onların doğrusuydu..

Kitaplarda, makalelerde yazanlar mı doğruydu? Tecrübeli fotoğrafçıların söyledikleri mi ya da?

Şüphesiz onlar da o kitapları, yazıları yazanların, o fotoğrafları çekenlerin doğruları değil miydi?

Peki onların doğruları ile benimkiler örtüşmeli miydi?

Örtüşmemesi beni başarısız mı yapacaktı yani?



Elbette işin başında genel kabul gören teoriyi bilmek, öğrenmek gerekliydi. Anlatılanı can kulağı ile dinlemek, gösterileni gözümü dört açıp gözlemek; hepsini özenle beynimdeki bilgi birikimi odasına arşivleyip, düzenleyerek –zamanı ve yeri geldiğinde tereddütsüzce faydalanmak üzere- istiflemek şarttı. Bunu gerçekleştirebilmek için kapasitemin aldığı kadarını yapmaya çalıştığımı sanıyorum.

Başlarda bir türlü anlam veremiyordum; zaman zaman çektiğim fotoğrafların bazısına hiç olumlu eleştiri alamıyor oluşuma... Kendimce ışık tamamen doğru ölçülmüştü, günün önerilen saatinde, önerilen açıyla, önerilen örtücü hızı ve önerilen diyafram açıklığıyla, kadraja girmemesi gerekecek tek bir şeyi kadraja sokmadan, sıra dışı bir kompozisyon seçerek çektiğime inandığım nice fotoğrafa şöyle bir bakılıp geçildiğine “hmm güzel olmuş” dahi denilmediğine şahit olmak biraz heves kırıcı olmuş da olsa, acemilik zamanlarımda; daha çok sorgulamaya götürüyordu beni... Nerede yanlış yapıyordum ki?

“İyi fotoğraf çekmek” neyin nesiydi -- ?

Bulduğum – elime geçen her fotoğrafa dair kitap ve yazıyı okumaya çalışarak ve her fırsatta fotoğraf bakarak, en çok da fotoğraf okumaları ve eleştirilerine yoğunlaşarak aradım bu sorunun cevabını... Aynı fotoğrafa konusunda uzman 3 -5 ayrı kişi tamamen apayrı yorumlar yapabiliyordu mesela...

Makinemi elime alıp sürekli yaşadığım dünyayı kadrajlayıp, deklanşöre basmakla olunmuyordu fotoğrafçı... İyi fotoğraf çekmenin yolu buradan geçmiyordu.. elbette pratik yapmak faydalıydı –her konuda olduğu gibi- ama esas işin felsefesiydi önemli olan.. Fotoğrafı herkes çekerdi, çekiyordu... Fark yaratabilmek fotoğrafı çekmekten değil, “yapmak”tan geçiyordu.. Çekilmiş değil, yapılmış fotoğraflar öne çıkıyordu öncelikle.. Ama esas konu bu da değildi fark edebildiğimce...

Yani artık fark edebiliyorum ki bir fotoğrafı “iyi fotoğraf” yapan tek şey var aslında...

Bu ne kusursuz teknik, ne kusursuz ekipman, ne muhteşem ışık, ne bıçak gibi bir netlik, ne büyüleyici bir mekân, ne kusursuz bir güzellik

Tek şey...

“İletişim”

Evet “iletişim”

Çektiğim –ya da yapmaya çalıştığım- fotoğraf izleyici ile iletişim kurabiliyorsa..

İzleyiciyi alıp bir başka diyara götürebiliyor, bir şeyi sorgulatabiliyor, bir anısını canlandırabiliyor, sorular sordurabiliyorsa.. kendisine uzun uzun baktırabiliyorsa, izleyicinin aklında kalabiliyorsa

İşte o vakit

“iyi” oluyordu yapılan iş...

Ve “iyi fotoğrafçı” da deklanşöre basıp kusursuz sayılabilecek iş çıkartanlardan ziyade, aklından geçeni, gözüne görüneni hangi fikrini, hangi şekilde, hangi izleyici grubuna, hangi zamanda sunması gerektiğini bilenlere deniliyordu bana kalırsa...





dipteki not: fotoğraf "mavinin güncesi"
Elif'le portre çalıştığımız bir zamanda avlanmışım.. tekrar teşekkürlerimle Masmavim

29 Kasım 2011 Salı

kutsal merkürün ettiğine bakın hele

kutsal merkür geri geri seyretmekte gene
hani kök var ya
hayret bişiy
hayır ben anlamıyorum bu devirde herkes ileri ileri giderken bu merkürün geri gitme merakı neyin nesi..
kendisini belli edecek ya
hafta sonu bilgisayarımın canına okuyarak başladı işe
dakka bir gol bir yani
hayır zaten ev toparlamaktan imanım gevremiş
akşam üstü oturdum bilgisayarı açtım mail bakacağım hesapta
o bana baktı öle mal mal
virüsün biri canına okumuş zavallımın
neyse derin çabalar sonucu yine beraberiz:)

zaten hırsız laptopu götürürken içinde harici belleğimi ve dolayısıyla bir çok fotoğrafımı da götürmüştü
bir de bilgisayarda kayıtlı olanlar gideydi daha fotoğraf falan çekmezdim ben ha
kesin bir mesaj var bunun altında diye

manyak yorgunum bu arada
hafta sonu annemle eve daldık kiii
battık çıkamadık geri
ben ne istifçi ve pis pasaklı kadınmışım meğer
dedim ama
meğer taşınmaya kalkan herkes böyle hissediyormuş
yalnız değilmişim yani
içim rahatladı..:)

yeni evin tadilatında da kendini gösterdi tabi ulu merkür
ciddi olmamakla ufak tefek tatsızlıklar oldu
olmadı değil
son bir aksilik olmazsa haftaya bugün evimizde olacağız umarım..
yüzdük yüzdük kuyruğuna geldik ama daral da geldi yani
hatta ara ara şeytan diyo ki boğul gitsin yaaaa ne kasıyon..
dinlemiyorum tabi şeytanı
ne dinliycem
yemezler ;)

gitcem boya temizlik ve yenilik kokan evimde yayılcam önce bi
sonra da partiler yapcam telli duvaklı
karaya bi karış kala boğulmak var mı
peeehh..

cuma akşamı 18 yıldır görmediğim bir dostla buluştum
nasıl güzeldi..
tadı damağımda kaldı
gelenekselleştirme kararı aldık bu buluşmaları
eski bir dostun sıcacık güvenli omuzuna gömülüvermek gibisi var mı..


nefisti
gerçi kutsal merkür o akşam da yaptı yapacağını
Dilek Boludan gelecekti, geleceği otobüste 5 ayrı koltuğu çift satmışlar gecikmeli geldi Mülkiyelilerin kapıdan elinde valizle rakı balığa rotasını çevirmiş bir kadın imajı süperdi ama altını çizmeden geçmek zor ..
mülkiyeliler kapanma kıvamına gelince Özleme geçtik
evin yolunu bulduğumda handiyse sabah olmakta idi
ama bana pek iyi geldi
hafifte sarhoşluk vardı ki serde..
bol gülmeli araya ağlama serpiştirmeli nefis bir geceydi

canıma okuyacak hafta sonuna doping oldu
hoş cumartesi akşamda Büü nün çocukluk arkadaşı var onlardaydık bin kişi kadar
sosyalleşmek iyi geldi depresif anlarıma..

kış ayıp etti bu yıl..
çok hem de
bu ne soğuk yaaaaw biri bana açıklar mııııııı...

yazdıkça zırvalıyorum di mi kaybolayım en iyisi :)

25 Kasım 2011 Cuma

tuhaflığımın da tuhaflığındayım alandra

Bugün iyice bir tuhafım alandra.. bu tuhaf ruh hali nicedir benimle birlikte o ayrı da.. bugün tuhaflığımın da tuhaflığındayım adeta..
içimdeki o sevimsiz boşluk duygusunu sevmiyorum... biliyorsun.. ille doldurmalıyım her boşluğu bir şekilde.. ama bu defa açılan boşluk dolsun istemiyorum bir taraftan da.. ne vakit birinin ardından kalan boşluğu bir başkasıyla doldurmaya kalksam o kendine daha geniş bir yer açma çabasına girdiğinden, elindeki boşlukla bir türlü yetinemediğinden hep bir sonraki boşluk biraz daha büyümüş oluyor alandra..
ve ben içimde günden güne büyüyen bir var bir yok bir boşluk istemiyorum.. ona sebep ben bugün istedim ki, bu içimde açılan boşluk açık kalsın... öylece..boş bomboş..
kalsın
dolmasın..
ama sevmiyorum içimdeki o sevimsiz boşluk duygusunu alandra... biliyorsun..
ben bugün bir dostla laflarken ağladım tıpır tıpır döküldü yaşlar... oysa aslında seninle konuşurken ağlardım hep.. çok içim dolmuş demek ki... bir baktım taşıvermiş gözpınarlarım..
fena da gelmedi hani
düşündüm ki
yeterince ağlarsam
ağlayabilirsem,
becerirsem
içimdeki o sevemediğim sevimsiz boşluk gözyaşı ile dolar... hem yeni birisine yer açmak gerekmez... hem de boş kalmaz orası..
hem tuzlu tuzlu, deniz gibi
yüreğim deniz manzaralı oturur göğüs kafesimde
fena mı....
ama ben hayatımın hiçbir döneminde hiç yeterince ağlayamadım ki...

ağlarsak
-ama öyle böyle ağlamak değil-
boşukları dolduracak kadar ağlarsak
geçer mi ki
akar mı ki alandra içimizdeki zehir gözlerimizden?
olur mu olur
iş ki ağlayabilelim..

biliyorum canın yanıyor bugün
özellikle bugün daha çok yanıyor...
geçer desem faydası olmaz ki..
ama yine de demek istiyorum alandra
geçer...

benim de içim lime lime bugün.. iç hesaplaşmanın tavanı ile tabanı arasında gidip geliyorum
hızla tabana çarpılmış lastik top gibiyim
önce taban
sonra tavan
yeniden taban
ve tavan
...
..
.
.
.
.
.

tadım tuzum yok alandra bugün hiç...
büzüşüp ağlamak çekiyor canım içimi çeke çeke
ha deyince de ağlanmıyor ki işte....


24 Kasım 2011 Perşembe

Giderayak Güzden Kıyak

Güz giderayak bir kıyak yapmak istedi sanırım kentime..
temiz
ve pırıl pırıl güneşli bir hava ile...
öğlen hızlıdan bir şeyler atıştırdım ayak üstü
sonrası
hala yeşil kalanlar, kuru sarı, turuncu, kızıl yapraklar
insandaki negatif elektriği çekiveren toprağa değen popo
kitap
çay

bir ara birkaç sıcacık arkadaşla hoş-beş
sonra sakince banka kurulan popo
yine kitap
çay

öğle kaçamağı olup olacağı 1 saat
ama
olsun
buna da şükür

haa unutmadan
sevgili Güz sağol..
sağlıcakla git, açık olsun yolun...

23 Kasım 2011 Çarşamba

Birine idol olmak...hele ki o biri en özelinse....

Bu aralar terslikler yakamı bırakmadı
can sıkıntısı stres yorgunluk gerginlik yılgınlık bıkkınlık
vs vs vs
durduk yere hıçkıra hıçkıra ağladım kimileyin
kimileyin sebepsiz yere güldüm histerikçe
kırdığım oldu hiç hak etmeyenleri
yücelttiğim oldu anlamsızca tam da çatır çatır kırılmayı hak edenleri
bazen bağırdım edepsizce avaz çığlık
bazen sustum kaskatı, bir duvar gibi
onca cesaretli zannederken kendimi korktuğum oldu ölecek gibi
çekip gitmeyi istedi canım anneliğim tutmasaydı yakamdan sımsıkı
başımı ne vakit ihtiyaç duysam yaslayabilceğimi sandığım, ıslatayım diye omuz başını tereddütsüz uzatır dediğim kimileri dönüp gitti ardına bile bakmadan
derdimi söylemeye cesaret bile edemediklerimden sezip hallerimi sırtımı sıvazlayıp, bağrına basanlar oldu sımsıkı
her şeye rağmen yanımdan ayrılmayanlar, ruhumdaki yerlerini iyice sağlamlaştıranlar da oldu neyse ki
kayıplarımı çok özledim her zamankinden çok belki
kazançlarıma çok şükrettim her zamankinden çok belki
gün oldu işi gücü serdim oturdum kaldım öylece ot gibi
gün oldu üç günlük işi sığdırıp yarım güne, ip gibi yaptım koydum ortaya arı gibi
kendimi tanıyamadım bazen
abarttım bazen depresyonu
canım çok yandı bir gün.. fizikî değil, manevi acılardan, fizikîden daha beterdi
bir gün içim içime sığmaz zannettim neşelendim.. sebepsizdi
sağlık sorunları zaten uzun zamandır bizimle beraberken yeni yenileriyle bu bunalım günlere eşlik etmeyi ihmal etmedi
her ne kadar bastırıp yok etmek için elimden geleni yapmakta isem de egom gördüğü zararı kaldıramayıp içimi kanattı kimi kimi

bu süreçte
belki de hiç yapmadığımca derin ve detaylı sorguladım kendimi
sordum durdum
sen kimsin
nesin
istediğin ne
eline geçen ne
hedefin ne
niye varsın
yok olsan kim ne kaybeder
diye...

ne aklandım ne tutuklandım bu kendi kendime sorgularda
ama illa ki ayakta kaldım

sebep mi?

sebep
ne yaparsam yapayım
haklı da olsam
haksız da
her şart ve yoğunlukta
beni idolü seçen bir varlık...

hayatta en değer verdiği... en sevdiği... en vazgeçemeyeceği.. en kıymetlisi idolü bellerse bir insanı
ne yaparsa taklit etmekten zevk alırsa
bundan daha iyi gelebilecek bir şey daha olabilir mi insan ruhunun yorgun, kırgın, yılgın, bıkkın, vazgeçmiş taraflarına? bundan daha iyi ne sarar ki insanın yarasını?

kim ne kadar inkâr ederse etsin
bir insanı en tatmin eden şey
önem yüklenmesi ona...

ve bana her ortam ve yoğunlukta önem yükleyip izimden gelmekten bıkmayan bir hayat anlamım oldukça
sırtım öyle pek de kolay kolay yere gelmez galiba...


haa tüm bunları yazmak nerden mi düştü aklıma
bu akşam serviste konuşurken
bizim elinde imkânı olsa imiş artık stand-up showman mi olurdu, ünlü bir filozof mu bilemediğim
imkânsızlıklardan şoför olmuş servis şoförümüz Cemo Defne'nin resimlerinde söz ederken
"kız bu defne ne yaparsa bir anasını bir danasını yapıyor biliyo musun... ana gibi yâr olmaz işte"
deyiverince...

daldım gittim
oturdum yazdım bunları..

öyle gerçekten
-genelde- ne yaparsa
bir anasını bir danasını........


22 Kasım 2011 Salı

Latinaya İthafımdır

Artık giyim kuşam konusunda da kendini genç-kız zannetiğin anlar oluyor küçük hanım..

hani sana baktığımda da hak vermemezlik edemiyorum laf aramızda

adeta bir genç kızsın..

da

şu barbie tutkusundan vazgeçmek gibi bir düşünce zerre kadar oluşmadı mı sende?

-tamam her ne kadar hızlı büyümeye bunca merakın var ise de her çocuk gibi-

ipi topu 6 yaşındasın nihayetinde
doğal yani senin hala barbielerle oynuyor oluşun

benim asıl merak ettiğim
ben deli miyim yahu?

sırf sen istiyorsun diye
bu yaşımda oturup elbise dikiyorum deli pösteki sayar gibi zat-ı şahanelerine?


pişt ufaklık sence de bir tuhaflık yok mu bu işte?



20 Kasım 2011 Pazar

ve Öldü Lodos....

aslında ilk içimde öldü...
Bir gün fark ettim ki, hep gitmelere kalkmıştım bu mazaratlı ilişkiden kendimi sıyırmak için
ama içime bir "o" hapsetmiştim.. Kendim yaratıp da "o" olduğuna inandığım bir "o"
her gitmeyeduruşumda içime hapsettiğim "o"nu da katıp yanıma düşmüştüm yola.. ki buna sebep hiç faydası olmamıştı o gidişlerin... "o"nunla dönüp dolaşıp yine "o"na çıkmıştı yolum..
çok görmemek lazım
aşk işte...
neyse ne diyordum
hah bir gün fark ettim ki aslında ben yaratıp içime hapsettiğim "o"nu göndermeliydim kendim gitmeye kalkmak yerine.. açıp kilitleri salıvermeliydim orta yere
"hadi git gidebildiğin yere"
diye
ve işte ilk yok oluş böyle olmuştu benim içimde..
gerçekten bir lodos gibi esip uzaklaşıvermişti iç hapisanemden ikiletmeden bile.. ikiletmeyecekti tabi bir esaretten kurtulurken ya; insan bir bocalar hani karanlıktan gün ışığına çıkınca, hani ne bileyim gözü kamaşır bir duraklar mesela
"hadi selametle" deyip el sallamama dahi müsade etmemecesine esiiip gitmişti "o"ysa..
işte demem o ki
aslında benim için ölüm günü o gündü lodosun; ardına bakmadan içimden esip geçip gittiği; arkasında aval aval baktığım ve içimde zannettiğimce de büyük bir boşluk açılmadığını farkettiğim o gün...

ben hep lodosun can çekişerek öleceğini düşünmüştüm Allah biliyor ya
ölümünün böylesi kolay, böylesi sıradan, böylesi uçarcasına olacağı aklıma gelmezdi
hele hele ölüm haberini basit bir ajans dinler gibi dinleyeceğimi söyleseler deliye bakar gibi bakardım diyene..

sonra geçen gün
biri
öylesine biri
hayatımda zerre önemi
zerre yeri olmayan biri
dedi ki
"biliyor musun, bir lodos vardı hani"

salaş bir barda oturuyordum bir candostla.. elimde bira
tuvalate gitmişti candost yalnızdım masada o sıradan insan beni görüp ayaküstü masa kenarında bildiği yeni bir dedikoduyu hızla yayma çabasını saklayamayarak benimle konuştuğunda

bir şey demeden bardağa diktiğim gözümü hafifçe kaldırıp yukarı
-başımı kaldırmadan bile sadece gözlerimle- eeee dercesine baktığımda
daha duramayıp patlattı bombasını
"öldü"
bir süre daha baktım hayatımda zerre önemi, zerre yeri olmayana

sonra indirdim bakışlarımı bira dolu bardağıma

ve


SUSTUM

anahtar--kilit

konuşmadan anlaşmaktı seninle bir şey paylaşmak... sen sustun ben konuştum.. hiç bıkmadan susardın ya adam, hiç yılmadan konuşurdum ben de...
her anahtar kendine açacak bir kilit arar ya lodos.. sen sessiz paslı tozlu bir kilittin.. ketum sımsıkı kapalı öylece durup duran...

bense kilidini arayan bir anahtar, yerinde duramayan şıkır şıkır şıkırdayan, kapı kapı kendine açacak bir kilit arayan bir anahtar..

her ne kadar paslı tozlu olsan da sana uyan anahtara ne kadar karşı koyabilirdin ki?

sen susandın ben konuşan
sen kilittin ben anahtar....

18 Kasım 2011 Cuma

çünkü insan sevişirken yalan söyleyemezdi.

Sevişiyorduk...
Aslında sevişiyor da denemezdi, gizli kapaklı, kimseye göstermeden -gösteremeden- kendimizi... Oynaşıyorduk demek galiba en doğrusu.. Her ne kadar sevmiyor olsam da bu tabiri.. Tuhaf gelir kulağıma oldum olası.. Basitleştirir sanki tensel paylaşımları.. Ama şimdi mantık öncelikli düşününce fark ediyorum ki; oyundu gerçekten aramızdaki... oynaşmaktı tenlerimizdeki...

ve o
"canım"
demişti
canı kadardım demek ki!
sevişirken -oynaşırken ya da- insan yalan söyleyemez ki...
ne çıkıyorsa ağzından gerçektir eğer tam olarak vermişsen anın büyüsüne kendini...

sevişi/oynaşı/yorduk..
ve o bana canım demişti...
duymuştum...

belli etmeli miydim duyduğumu?, etmemeli miydim bilemedim...

etmedim

etsem değişir miydi bir şeyler?
-etmedim değişti mi?-
doğrusu belli etmek miydi? ya da konu ikili ilişkilerse, bir doğru söz konusu muydu?
bilemedim
bilmeyi denemedim
şimdi geriye dönüp düşündüğüm vakit fark edebildiğim ve tek bildiğim
sevişiyorduk
-oynaşıyorduk ya da-
ve ağzından kaçırmıştı
"canım" demişti
canına eş tutmuştu beni demek ki... çünkü insan sevişirken yalan söyleyemezdi.

bir daha üzerinde hiç düşünmemiştim şimdiye değin
ve şimdi
bakınca geriye elimde olmadan; soruyorum kendime "o senin hiç canın oldu mu?" diye
sadece sevişir/oynaşır/ken olsa bile....
ve cevap veremiyorum...
Konu o olduğunda elimdeki onlarca cevapsız sorudan birisi...
cevapsız kalacak onlarca soruya eklenen bir yenisi...

"can"ıyla bir tuttuğu beni hiç değilse bir an olmuştu -duymuştum-
duyduğumu bilmemişti
bilsin istememiştim belli ki
çünkü insan sevişirken yalan söyleyemezdi
duyduğumu bilseydi, kızacak, köpürecek, savunmaya geçecekti... oysa utanacaktı özünde sezmiştim...
belli ki şişkin egosu zarar görmesin, mutlu hissetsin dilemiştim..
mutlu etmektiyse amacım bir anlığına bile olsa onu
belli ki -dillendirmediysem de- ben de onu "canım" bellemiştim...
bir gülümseme kıvrımıysa ondan kalan ne varsa dudak kenarımda
sevişirken -oynaşırken ya da- kısacık bir an için dahi olsa, şimdi sorsan anımsamayacağı ve hatta inkâr edeceği kesin olsa da,
"can"ıyla bir tuttu diyedir beni olsa olsa....



dipteki not: isim vermek istemeyen modelime teşekkürlerimle..

Hayatımın en değerli varlığına..

...
Senden daha değerli bir şey yok hayatımda..
zaman zaman hala inanamıyorum biliyor musun
"yani" diyorum kendi kendime
"şimdi ben hakikaten bu kadar şanslı olabilir miyim?"
olumsuzluk, terslik denen illet hergün farklı farklı kılıklara girip, olur olmaz yerden karşıma çıkıyormuş..

işyerinde yüküm güngün artıp omuzlarıma çökmüş canıma okumuş mesela

kira ödemeyelim heyecanıyla almaya kalkıştığımız evin tadilatı bitmek bilmemiş yormuş canımıza okumuş mesela

giderayak evimize hırsız girmiş, resmen soyup bizi; canımıza okumuş mesela

kanserinden, anlamsız yükselen tansiyonuna dek olur olmaz rezil hastalık canımıza okumuş mesela

stres ve gerginlikten boynumda ve koynumda çıkan berbat görünümlü, dehşet kaşıntılı, zor tedavi edilebilecek, yayılan cinsinden saçma sapan enfeksiyonlar canıma okumuş mesela

dudaklarımda uçuklar patırdayıp canıma okumuş mesela

evin taşınma psikolojisiyle yarı ayakta oluşu sinirlerimi gerip canıma okumuş mesela

canıma okumak konusunda azimli bunca şeye ek bir sürü şey daha ısrarla canıma okumuş mesela...

ama

boşversene
herşey geçer

ben; zevzek hırsız -şükür ki biz evde yokken, sen orada değilken- senin balkonundan girdiğinden, seni o odada yatıramadığımdan o geceden beridir senin kokun ve sıcaklığını içime çekerek seni yanımda yatırıyorum diye gün boyu tenime sinen o tarifsiz, o eşsiz kokuyu algılayabiliyorum ya

gerisi hep fasarya.....

benim küçük yıldızım... ışığın hiç sönmesin dilerim

dilerim hep böyle ışıl ışıl parla...



imza: seni en çok seven kadın

16 Kasım 2011 Çarşamba

kırgın gün...

bugün kırgınım sana lodos... sebebi yok... yani somut bir sebebi yok... senden ziyade hayata kırgınlık benimkisi

ben seni özlemekten yoruluyor olmaya kırgınım.. seni hayatıma dahil etmenin tek yolunun benim çabamdan geçmekte olmasına kırgınım... istediğin anlarda yakınım -olabilecek en yakınım- olabildiğin halde kendini bunca uzak tutuşuna kırgınım..

çalmayan telefonuma kırgınım... boş duran mailboxıma kırgınım...
bunun bu şekilde olması gerektiğini bilmiyor değilim ve bunu gayet iyi biliyor oluşuma kırgınım..
sen -- ve -- ben lodos
birer "bir"iz şu dünyada
hep ama hep çarpışıyoruz şöyle ya da böyle
ben bu çarpmalara kırgınım...
ben lodos; birle biri çarpıyorum bugün... defalarca ve defalarca ve defalara ve defalarca...ve ne yaparsam yapayım ne kadar çarparsam çarpayım hiç değişmiyor sonuç bir; hep bir işte
yani lodos birsen çarpmanın faydası yok.. toplanman lazım fark yaratman için
ben seninle bir türlü bir artı bir eşittir iki (sen artı ben eşittir biz) olamıyor oluşumuza kırgınım bugün...
sen bundan gayrı iyisimi beni yok say lodos
zira ben en çok varlığıma kırgınım bugün....

14 Kasım 2011 Pazartesi

ve kitaplarına doğar yazgüneşi...

Yılan hikâyesine döndü sanki..
Taşınılacak bir ev
adı var
kendi yok adeta..
ama sona yaklaştık
az kaldı
Bu ay sonuna doğru artık yerleşik düzene geçeceğiz diye ummaktayız..


Bu arada taşımacılar toparladı mı neyi nereye koydukları belli olmuyor artık ne çıkarsa bahtına..



Özellikle kitaplar konusunda acayip sıkıntı yaşamıştım bu eve taşınırken.. kütüphaneyi adam etmek saatler ne kelime günlerimi almıştı.



















aynı faciayı yaşamamak adına bir temiz tozlarını alıp koliliyorum grup grup kitaplarımı






-çeviri kitaplar
- politik kitaplar ve atatürk kitapları
-klasikler
-şiir-felsefe-kişisel gelişim-psikoloji

kolilerim hazır bile






koli bantım bitti ..
bitmese kolileme işini bu akşam bitirebilirdim aslında
geriye gruplanmış bir şekilde kolilenmeyi bekleyen
-bir ikinci çeviri kitaplar
- muhtemelen iki koliye bölünecek türk yazarlar
- sözlük ve dilbilimi kitapları
- eğitim kitapları ve ansiklopediler
- Büü nün ingilizce ve ispanyolca roman şiir vs. kitapları
- sağlık, diyet kitapları
- fotoğrafçılık kitapları

kaldı.






Ama temiz ve kutuya dizilmeye hazır ve nazır bir haldeler...

Kitap hayatımın her döneminde -ve hatta okuma yazmayı bilmediğim dönemler dahil olmak üzere- vazgeçilmezim oldu hep.. kıyıp ayrılamam da "biraz azaltsan" öğütlerine sımsıkı kulaklarımı kapatarak...

Kitaplara dalmak, herbirini tek tek elden geçirmek bir ton anıyı da beraberinde getirdi elbette
kiminin içini açıp adıma atılan imzalarıyla gururlandım...

Elime denk geliveren bir kaç örnek:





Kimi için ne kadar emek harcadığımı... ve bunun da gözlerimi dolduracak ölçüde takdir edilip belirtildiğini anımsadım tekrar..




kiminin yıpranmışlıklarında 3-5 defa okunmuşluk izlerimi, çocukluğumu, ilk gençlik yıllarımı heyecanlarımı gördüm içimi çekerek



kiminin gıcırgıcır el değmemişliği kızdırdı beni "daha çok zaman lazım, okunacak şey çok" diye söylene söylene



ben iki akşamdır
kitaplarımla başbaşayım ya
resmen mutluyum yahu...

12 Kasım 2011 Cumartesi

bitanem ANNEM

Canım ANNEM

Güzel ANNEM

Annelerin en mükemmeli Melek ANNEM

iyi ki doğdun İyi  Ki Varsın
Doğum günü Kutlu olsun..

Sana sevgimi anlatmaya kelimelerim hiç yetmedi
hiç yetmeyecek...
caniçim Bitanem ANNEM

11 Kasım 2011 Cuma

çınlıyorsa zaman zaman kulakların hâlâ

Hâlâ zaman zaman yalnızlığım ve ben kadeh tokuştururken başbaşa, senden dem vuruyoruz biliyor musun? Eni konu dedikodunu yapıyoruz aslında itiraf etmek gerekirse.
Yalnızlığımlayken oturup seni konuşmanın anlamsızlığını gayet iyi bile bile hatta

ve hatta -ki işte buna inanmakta çok zorlanırsın- bir sigara tellendirdiğim dahi oluyor bu sohbetler sırasında... Bilirsin nefret ederim şu zıkkımdan aslında...Biraz da seninle yaşanmış sıradışılığımızı buluyorum belki de hâlâ gösterdiğim her sıradışı davranışta -ki senden geçeli hayli zaman oldu aslında...
ama işte hâlâ ara ara kafa kafaya verip yalnızlığımla seni konuşabiliyoruz olur olmaz zamanlarda...

hiç  umulmadık anlarda çınlıyorsa kulakların hâlâ...

bendendir

bağışla....

10 Kasım 2011 Perşembe

Güz'ümden Yansıyanlar....

"gelecek zaman oldu şimdiki zaman;


ırmak aşağı inen güz parçası,

çok süslü bir halkın arasından,

benimsin!



iyi anlarında sesin kalınlaşıyor

keşke yalnız bunun için sevseydim seni"



diyordu cemal süreya

ve Güz'e baktığımda...
en çok renklerine vurulduğumu fark ediyordum bu mevsimin;
ve fotoğraf çekmeye başlamadan öncesinde pek de sevmediğimi anımsıyordum bu mevsimi;
ve içten içe pişmanlık hissi kaplıyordu yitirdiğim Güzlerime dair benliğimi;
ve kendimi daha yakın hissettiğim halde siyah-beyaz fotoğraf çalışmaya,
Güz oldu mu o doğanın en renkli mevsiminin sunduğu renklere kıyamadığımı fark etmek gülümsetiyordu,
ve geciken Güz aşkımı bana kazandıran Canonuma dönüp fısıldıyordum sessiz
"keşke yalnız bunun için sevseydim seni"
diye.......

9 Kasım 2011 Çarşamba

Akla Kara Arası -- Samih Rifat

"Görüntüyü eninde sonunda yüreğinde, ciğerinin bir yerinde kurmayan, bir bahçeye bakarken kendisi bahçeye dönüşmeyen görüntü ustası, ne ulaştırabilir ki bize cansız gümüşlü camlardan, duyarsız kâğıtlardan öte? " (s. 14)

"... kimi insanlar için zamanın izleri, paha biçilmez değerde olabilir" (s. 18)

" Ölü yapraklar düşüyor her güz; gerçekten ölüyorlar mı? O zamanın atmosferi kaldı yalnızca. Güzelliğe hayır diyemezsiniz. Bir kez karşılaştınız mı vazgeçebilir misiniz ondan? Bir fotoğraf çıktı ortaya!"(s. 19)

"Yanında hep bir küçük oda, bir kamera taşıyan, yaratısını bu küçük odanın içinde ve koşullarında biçimlendiren fotoğrafçının, içinden gelip geçtiği -ve fotoğrafladığı- mekânlar arasında en küçük ve temel birim olan 'oda'yı bir fotoğraf konusu olarak her zaman ilginç bulduğunu söylemek zordur. Gerçi fotoğrafçı için iki ana 'yer' olduğunu, fotoğrafın Mucidi Nicéphore Niepce, hemen farketmişti: Niepce'nin çektiği ilk fotoğraf, evinin arka penceresinden çekilmiş bir avu fotoğrafıydı; ikinci ünlü fotoğrafıysa bir ölüdoğa fotoğrafıdır - masa üstünde bir şişe, çiçekler, tabak çatal vb.-ve bir odada çekildiği açıkça bellidir. Yine de burada konu oda değil, masadır; yalnızca duyumsarız çevreyi ama göremeyiz. Bundan sonra da uzun süre böyle olacak 'oda'larda bir çok ünlü fotoğraf çekilecek, ama konu çoğu kez odanın içindeki bir şey -insan ya da nesne- olacak ve oda hep bir 'zemin' bir dekor olarak kalacaktır fotoğrafta.
...
Sanırım fotoğrafçılar, görüneni fotoğraflamakla yetinmemeye, insan konusunda derinleşmeye, görünenin ötesini araştırmaya başladıklarında -demk ki çağdaş fotoğrafa yaklaştığımızda- ressamların çok eskilerden beri bildiği bir gerçeği, insana ait ama insansız mekânların, boş odaların, insana ilişkin çok şeyler söylediğini anımsadılar.
...
... hepsinin, çoğunlukla dışarıyı, sokağı, aydınlığı yeğlediği açıkça belli. İçeri girdiklerinde de insanı arıyorlar daha çok. İnsansız görüntü, yalnız başına oda, çok sık çelmiyor fotoğrafçının gözünü" (s. 23)

"Işığı resimden devralmıştı. Binlerce yıllık bir plastik anlatım geleneğin tüm tekniklerinin mirasçısı olmuştu birdenbire: ışıkla biçimlendirme, yuvarlama, kaldırma gibi teknikleri kendi araç gereciyle uygulayacaktı. Ve nilk günden başlayarak amacı, 'ışıkla resim yapmak' olmuştu. Gözü resimde ressamlarda ve onların ışığındaydı. Ve tabii gölgelerinde. Çünkü yine ilk günden farketmişti, ışıkla gölgenin ve onlar arasındaki geçişlerin, kendisi için temel anlatım gereçleri olduğunu -çünkü resmin can alıcı gücü 'renk'le ilişkisi yoktu, uzun süre de olmadı; uzun süre siyah-beyaz (demek kigölge-ışık) oldu konuştuğu anadil; bence bugün de öyle. Üstelik resmin ışık altında ve ışıktan doğmuş olmasına karşın o, karanlığın, gölgenin çocuğuydu. Adı üstünde: camera oscura'dqan türemişti, karanlık kutularda doğuyor, karanlık odalarda işlemlerden geçiriliyordu gün ışığında görülür duruma gelmeden önce. Bir 'ışıkla resim' yapma tekniği olarak dünyaya gelen fotoğrafın (ondan söz ettiğimiz anlaşılmıştır sanırım) ışığın ikizini, tersini, eksikliğini temel bir anlatım ögesi olarak benimsememesi düşünülemezdi. Daha ilk fotoğraftan başlayarak!
...
Edouart Boubat
'Fotoğraf, bir ışık okuludur' diyor ve devam ediyor: 'Onu beklemeyi, ölçmeyi, bir kilisenin, bir evin, bir yüzün çevresinde dönüşünü izlemeyi, bir pencerenin pervazında yakalamayı öğrenirsiniz bu okulda. Yaz ışığını, şafak ışığını, Kuzeyin saydam ışığını, Güneyin ezici ışığını, dorukların mavi ışığını ve akşamın altın rengi ışığını tanırsınız'" (s. 29)

"... her şeyin içinde yüzdüğü bir ortam olarak ışığın, çoğu kez fotoğrafta 'görülmez', 'farkedilmez', belki yalnızca 'hissedilir' bir öge olmasına karşın gölge, çok kolay 'görülür', 'farkedilir' bir ögedir. Çok kolay öne çıkıp rol çalabilir, kendini görülür ve önemli kılabilir; üstelik oldukça başına buyruk, denetlenemez bir biçimde." (s. 30)

"... ışık, nesneleri saran, onların ayrılmaz, parçası haline gelen, nesnelerin, bedenlerin, yüzlerin 'giyindiği' bir şey (yansıma durumu dışında). Oysa gölge, nesneden, cisimden sıyrılıp uzaklaşabilen, başka yerlere uzanabilen, vurabilen, sekebilen, vurduğu yüzeyin niteliklerine göre şekil değiştirebilen bir öge. Işığın tersine doğru biçimlendiği için denetlemsi zor, ele avuca sığmaz, şaşırtıcı, kimi zaman muzip.

Yavru kedi bu nedenle oynar gölgesiyle, güneşe arkasını döndüğünde karşısında beliriveren bu oyunbaz benzeriyle. Fotoğrafçı bu nedenle sık sık gölgesine doğrultur kamerasını, güneşe arkasını döndüğünde karşısında beliriveren bu oyunbaz benzerine. Bir de buna -bedenden çıkan ruh misali cisimden ayrılan gölgenin, cismin içindeki, ruhundaki gölgeyle, karanlıkla ilişkili olması, onu simgelemesi olasılığını ve bunu tüm ruhçözümsel anıştırmalarını, çağrışımlarını ekleyin. İşte size olağanüstü bir fotoğraf -ve av konusu. Gölge, bir şeyin gölgesi, ve asıl sizin gölgeniz. Karanlığınız, el değmez, okunmaz, tanımsız, zor yanınız... Ne var ki kedi nasıl atlar ama tutamazsa gölgesini, fotoğrafçı içinde bir o kadar zordur gölgeyi dizginlemek, filmin ve fotoğraf kâğıdının yüzeyine düşürüp saptamak. Bir açıklama bekliyorsak ondan eğer.
Ritsos'un bir şiirinde bir gölge var ki, her zaman kıskanmışımdır -bir fotoğrafçı olarak:
'Akşam
Tepede zeytin ağaçları,ak badanalı bahçe duvarı,
kapılar,pencereler,hamam ...ve taraçalar,
daha aşağıda,arı kovanı mezarlar-hepsi
bir süreklilik ya da bir tekrar gibi sessiz.Ağır ağır
korucu geçti.Omuzunda aylak tüfeği.
Daha kocamamış yüzünde batan gün,
sevimli,dingin,kan kırmızı.Gölgesi
Agamemnon'un ölüsü gibi uzanıyor ovaya,kocaman.'

Ne dersiniz, biri bu gölgenin resmini çekebilir miydi?"(s. 30-31)

"'Benim için fotoğraf, öteki görsel anlatım araçlarından ayrı tutulması olanaksız bir anlama aracıdır' diyor Catier-Bresson; 'Bir çığlık atma özgür olma yoludur. Kişinin özgürlüğünü kanıtlaması ya da vurgulaması için bir araç değil, bir yaşama biçimidir.'" (s. 35)

"Açın kitapları dergileri, fotoğrafçıların yapıtlarına bir kez daha bakın. Cartier-Bresson'un Hintlilerini, Klein'ın New York'unu Koudelka'nın çingenelerini, Salgado'nun köylülerini bir kez daha seyredin. Ne dersiniz? Geleceğe ne kalacak bu fotoğraflardan? Bir belgeseller dizisi mi? Yoksa saf ve benzersiz bir şiir mi?" (s. 36)

"Çoktandır daha sık geliyorlar yanyana. Kitaplarda, dergilerde. Çok eski bir akrabalığı anımsarcasına el sıkışıyorlar, gülümsüyorlar birbirlerine. Birlikte fotoğraf çektiriyorlar. Yazı, binyıllardır doğal eşlikçisi gibi görülen resimden, 'illüstrasyon'dan sıkılmıuşa benziyor. Fotoğrafsa -görece genç bir uğraş olmasına karşın- gerçek kimliğine hızla kavuşmuş; ne resim olmak istiyor artık, ne de resimleme. Kendi özgün dilini yaratan, yaratmayı sürdüren, kendi anlatım yollarını açan bir uğraş o. Ve yüzyılımızın başlarından bu yana -başka görsel sanat dallarıyla bir arada olmak varken, daha çok yazıyla/yazınla birlikte, yanyana olmaktan hoşlanıyor. bu ilgi karşılıksız da değil; yazı da fotoğrafa yakınlıklar duyuyor. Kimi zaman esinleniyor fotoğraftan, kimi zaman fotoğrafı konu alıyor, fotoğrafla yanyana ya da altlı üstlü birlikte bulunmaktan hoşlanıyor.

Fotoğrafa en yakın sanat dalının, yaygın olarak sanıldığı gibi resim değil yazı, daha doğrusu şiir olduğunu düşünmüşümdür her zaman.
...
... bana göre bu uğraşın en yakın akrabası, resim değildir; doğrudan doğruya şiirdir. Üretilişleri malzemeleribütünüyle farklıdır gerçi; biri görsel, biri sözeldir en azından. Ne var ki fotoğraf, şiirinkine benzer yollardan etkiler bizi: belirli bir anlatı yapısı taşır çoğu kez, resmin konudan anekdottan kolayca kurtulduğu yerde, fotoğrafın neredeyse her zaman açık ya da kapalı bir konusu vardır; b,çimlendirilme aşamasında ölçüye, uyağa benzer istif/çerçeveleme kaygıları güder; anlatımda çağrışımlardan yararlanır, söz sanatlarına benzer 'görsel' sanatlara, görsel mecazlara, eğretilemelere, eksiltilere vb. başvurur. Çoğu fotoğrafı bir şiir gibi okuruz, algılarız, içimize çekeriz, saklarız, anımsarız" (s. 37-38)

"Dört kişi parkta çektirmişiz,
Ben, Orhan, Oktay, bir de Şinasi...
Anlaşılan sonbahar
Kimimiz paltolu, kimimiz ceketli
Yapraksız arkamızdaki ağaçlar...
Babası daha ölmemiş Oktay'ın,
Ben bıyıksızım,
Orhan, Süleyman efendiyi tanımamış.

Ama ben hiç böyle mahzun olmadım;
Ölümü hatırlatan ne var bu resimde?
Oysa hayattayız hepimiz.


Bu şiiri yazdığında Melih Cevdet Anday, Roland Barthes'in Camera Lucida'sını okumamıştı henüz; çünkü bu kitabın yazılmasına daha yıllar vardı. Ama otuzbeş yıl arayla, ozan ve düşünür, aynı düşüncede birleşiyorlar; ölümü anımsatan bir şeyler var fotoğrafta Ve ozanın sezinlediğini, düşünür açıklıyor: 'Fotoğrafı çekilen kişi ya da şey, bir hedeftir, bir göndermedir, bir çeşit küçük imgedir. Y da fotoğrafın Tayf'ı diyebileceğimiz, nesnenin yaydığı görüntülerin toplamıdır. Tayf sözcüğünü kullanıyorum çünkübu sözcük kökeni nedeniyle imgeyle ilişkili olduğu kadar, ona fotoğrafta bulunan korkunç bir şeyi daha ekler: ölmüşlerin geri gelişini... (...) Fotoğraf, doğruyu söylemek gerekirse, benim ne özne, ne nesne olduğum ama bir nesneye dönüşmekte olduğunuduyumsayan özne olduğum o gizli anı temsil eder: o anda ölümün (arada kalan olayın) küçük bir provasını yaşarım.'
...
Fotoğraf makinası çektiğiniz fotoğraftan öte -ve önce- sevebileceğiniz, tutkuyla bağlanabileceğiniz, kıskanabileceğiniz, yarı büyülü, yazrı gizemli, biraz tekinsiz bir aygıttır. Yeni bir fotoğraf makinası satın alıp elinde tutan herkesin bir kez kapılmaktan kaçınamayacağı duygulardır bunlar. Nerden geldiklerini kestirmek de kolay değildir. Belki onca marifeti küçücük bir kutuya sığdıran insanoğlunun tanrısal becerisinin şaşırtıcılığıdır bu duyguları uyandıran; belki de zamanı durdurabilen bir aygıtın, bilinçaltımıza işlemiş tarifsiz çekiciliği.

Dahası fotoğrafın yanısıra yaşamın başka izlerini de yakalayıp tutsak eder makina. Eski eşyalar, eski kitaplar, eski çalgılar gibi o da, ömrü boyunca yaşanmışın izlerini kendi bedenine kaydeder. Ünlü ya da ünsüz bir fotoğrafçının kamerası, onu çalışmasının, parmaklarının, ellerinin izlerini taşır. Yer yer bozulmuş cila; metal parçaların, pirincin, dokunula dokunula parladığı yerler, yaşayan ağacın, mobilyanın çatlakları; zamanın getirdiği yaşlanmalar, bozulmalar; hepsi de bize zamanı ve yaşamı duyumsatır, ölümü değil. Cansıza dönüşmüş bir canlı değildir makina; tersine cansız, bçimsiz maddeden neredeyse canlıya dönüştürülmüş bir aygıt, insanoğlunun güzellikler yaratma yetisinin somut tanıklarından biridir. Eski ve kullanılması olanaksız bir makina bile çoğu kez insana yaşama sevinci, yaratma sevinci ve fotoğraf çekme isteği verir!" (s. 56 - 58)

"Yıldız Moran: 'Yirmi dört saat düşünülen, yaşanılan, ikinci plana atılamayacak bir kopnudur fotoğrafçılık. İnsana, hayata özgü bir aşamanın bir yerini, kavramsal olarak dolu , yoğun ağırlıklı olarak verebilen kişidir fotoğrafçı (...) Birden yirmi dört saatimi bu konuya mı vereceğim, yoksa daha önemli konular var mı benim için diye düşünüdüm. Daha önemli şeyler olduğuna karar verdim ve on iki yıl sonra bıraktım bu işi.'" (s. 61)

"Sanat uğraşı mayanoz yapmaya benzer (bu da babamdan ve mayonezin motorlu mutfak aygıtlarıyla değil de çatlla yumurta dövülerek yapıldığı yıllardan kalma bir özdeyiş). Malzeme, miktarlar ve yapım yöntemleri kesin biçimde bellidir ve mayonezin ne zaman tutacağı ya da ne zaman bozulacağı pek belli olmaz. Sanatçı hisseder yalnızca, işin kıvamına geldiğini ya da kıvamdan kaçtığını. Denetlenmesi olanaksız ayrıntılar, gizilgüçler karışı işe Belirsiz nesneler, oluşlar, durumlar değip geçer, anlatılmazı kollayan duyargalara." (s. 75-76)

"'Şiir çalışırken ortaya çıkar' diyor Melih Cevet Anday bir söyleşide 'ön tasarıyla şiir yazılmaz'. Bence tüm sanat uğraşları için geçerli bir düşüncedir bu. Tasarı yolun başlanıcıdır yalnızca. Yapıt, yaparken biçimlenir, anlamlanır, yönlenir, devinir durur.
...
Bir insan görüntüsünü fotoğraf kağının üstünde saptamak, yaygın deyimiyle Bir portre çekmek görsel, düşünsel, simgesel neredeyse metafizik boyutlar içeren bir eylemdir." (s. 76)

8 Kasım 2011 Salı

İmkânsızım değil de ihtimalim olsaydın eğer....

Senden sonra benden arda ne kalacak adam? Öylesi içime çektim ki seni... sen boşaltınca benden kendini, ne kalacak benden geri?

Aşklar imkânsız oldukları zaman mı bunca vazgeçilmez oluyor ki adam? İmkânsızım olmasaydın da ihtimalim olsaydın bunca sevmez miydim acaba? Bunca özlemez miydim o vakit ne dersin..
ihtimalim olmuş olsaydın adam..
gelmeyecek bir telefon için günler günlerce çıkmadan kapı dışarıya gözlerimi dikip telefona beklemez miydim?
imkânsız olmasaydın..
bile bile hiçbir ümitli güzel söz işitmeyeceğimi aramazdım belki de adam..
kalakalmazdım elimde ahize çöküp olduğum yere öylece
3 saniyeyi geçmeyen buz gibi konuşmalar sonrası
elimde ahize
kalakalmazdım ihtimalim olsaydın belki de..


dııt
dıt
dıt
dııııtttt
dııt
dıt
dıt dııııttt................




7 Kasım 2011 Pazartesi

--sonbahar--




kadınlar sonbahar yapraklarını dökmeye başlar


titrek dudaklarında sarışın bir keder

nabız kaybolur kan susar dolaşım yavaşlar

sisli bir nebuloz gökte yazılmamış şiirler



dargın sevgililer yalnızlıklarına uzaklaşıyor



anlaşılmaz çocukluğun ortaokullarından ders zilleri

kilitli defterlerde kurutulmuş menekşeler

tehlikeli yolculukların kanat çırpan mendilleri

sazdan saza azalan hicranlı köçekçeler



dünkü delikanlıları yaşlılığa taşıyor



eylül şehirleri yağmurlu gürültülerle alır yerlerini

deniz kahvelerinde son kadehlerde bulutlar birikir

ılık bir aydınlıkla yıkayıp yorgun ellerini

görgülü ihtiyarlar bir bir ortalıktan çekilir



yaşlandıkça insan dünya başkalaşıyor

Attila ilhan

6 Kasım 2011 Pazar

sıcacık huzur dolu bir bayram olsun


Bayramları en çok
beni  çok özlediklerimle buluşturduklarında seviyorum ben..





HERKESE SICACIK ŞÖMİNE ATEŞİ GİBİ HUZURLU BAYRAMLAR


4 Kasım 2011 Cuma

-yine aylardan kasım.. sanki sende kaldı bir yarım....











yine dalmısım aynada yüzüm ağlar
yine dalmışım elimde fotoğraflar

yine aylardan Kasım
sanki sende kaldı bir yarım
her nefesim her anım,
sanadır canım.







Zaman hızlı Baba,
Sanki dündü bir gece ortası sessizce gidişe karar verişin..
usulca kayar gibi diyar değiştirişin...

Sen gitmeden de koca kadındı evet küçük kızın
evli-barklı-çoluklu-çocuklu bildiğin kocaman kadın
lâkin sen gideliberi daha da büyüdü..
bırak büyümeyi yaşlandı Baba...
yılgın, bıkkın, yorgun hiç olmadığınca..
bakma o dışarı yansıyan şen-şakraklığına
-hoş bilirsin küçük kızını zaten sen; anlarsın anlatmak gereksiz ya-
hiçbir şey bıraktığın gibi değil Baba..
kötüye gidiyor gün gün dünya..
ama
canını sıkmayım ben şimdi senin..

sen gülümse Baba...

küçük kızın bu gece yatınca tüm çocukluğu boyunca yaptığı kaprisini yapıp su istesin senden yatağına girer girmez

ve sen
--yine--

"niye yatmadan içmedin kızım"

bile demeden

getir titreyen elinle alıp mutfaktan sürüyerek yorgun ayaklarını hiç üşenmeden
olmaz mı Baba?

bir defa daha....

"babaaaaaaaaaaa bi su getirir misin bana?.."

3 Kasım 2011 Perşembe

şimdi - hemen - şu anda

Kış erken geldi bu yıl Poyraz...
Daha sonbaharı gördük yaşadık diyemeden...
kar yağdı bu sabah bu diyarlara...hani kar dedimse yerlerde tutunup kalabileninden değil elbet ya
düştü mü gökten beyaz beyaz
düştü işte....
sen soğuk esersin ve seversin soğuğu diye mi en çok soğuk havalarda özlüyorum seni...
bilmem ki..
yaz sıcağında derin tuzlu sularıma bata çıka yüzmek oyalar beni de kış soğuğunda bir kuytuya sinerim diye mi özlemim soğukta daha da katlanır yoksa...
sensiz geçen her an
bir şey daha eksiliyor sanki etimden tenimden Poyraz..
daldı gitti gözlerim uzak ufuklara hayallere bata çıka..
ahh keşke
keşke esip gelip
sarılsan sarmalasan..
şimdi
hemen
şu anda...............



Dipteki Not: Modelim Ayşe Keskalan'a teşekkürlerimle

2 Kasım 2011 Çarşamba

aslında







"Biliyorsun"
dedi kadın

"aslında hiç yüz çevirmek, sırtımı dönmek istememiştim sana"

Adam...
--Sustu....




















Dipteki Not: Bu postu daha önce yayımladığımda bir kaza sonucu silindi.. Önceki yayımlamamda yorum yazan arkadaşlarımdan özür diliyorum.. Kusuruma bakmayınız lütfen.

1 Kasım 2011 Salı

"Aptallara şaka yap fakat azizleri gökyüzündeki cennette bırak"*



Bu akşam Biz
(Emel Ablam, Emel Ablamın çook tatlı teyzesi, Ayşesi, Olganimu, Esrası ve bendeniz)

dedik ki ruhumuzu besleyelim

-ne kadar iyi etmişiz..-

Tosca'ya gittik..

Büyüleyiciydi

Müzik zaten eşsiz malum konu bile etmiyorum da

Oyuncular-Dekor-Işık-Kostüm de nefisti

özellikle ışık kullanımındaki başarıya hayran kaldım..

Çok yorgun, bitkin, ölgün hissediyordum aslında iş dönüşü

biletlerin sorumluluğu bende olduğundan
caponu anneme bırakıp biraz da sürünerek düştüm yola yalan yok

ama oyun çıkışı bomba gibiydim..

o nefis müzik, harika görsel
merhem gibi kapladı yorgun yerlerimi...
öyle iyi geldi ki..

her zamanki gibi dedik ki
"yine yapalım, yine yapalım"

































* Başlık: Tosca Opreası 1. sahne Zangoç'un şarkısı:Scherza con i fanti e lascia stare i santi
libereto:Luigi Illica ve Giuseppe Giacosa