31 Mart 2011 Perşembe

Çocukluğun Soğuk Geceleri / Tezer ÖZLÜ

IMG_7718

"... uykuyu arıyor, Tanrı'nın var olup olmadığını düşünüyorum. Tanrının var olmayacağına inandığım geceye dek, ona hepimiz için uzun uzun yakarıyorum. Artık yakarmama gerek kalmadı, istediğim gibi düşünebilirim." (s.9)

"Her gün geçtiğim için mi, yoksa boşluktaki duyguları yansıttığı için mi, yoksa herkes sözünü ettiği için mi, hep Sisler Bulvarı'nı okuyorum. Beklenen gemiler. Uzak limanların özlemi. Düşlenen erişilemeyen sevgililer." (s.11)

"Ölüm düşüncesi izliyor beni. Gece gündüz kendmi öldürmeyi düşünüyorum. Bunun belli bir nedeni yok. Yaşansa da olur, yaşamasa da. Bir kaygı yalnız. Beni kendimi öldürmeye iten bir kaygı.

Karanlık bir gecenin geç vaktinde kalkıyorum. Herkes her geceki uykusunu uyuyor. Ev soğuk. Çok sessiz davranmaya özen gösteriyorum. Günlerdir biriktirdiğim ilaçları avuç avuç yutuyorum. Kusmamak için üzerine reçelli ekmek yiyorum. Genç bir kızım. Ölü gövdemin güzel görünmesi için gün boyu hazırlık yapıyorum. Sanki güzel bir ölü gövdeyle öç almak istediğim insanlar var. Karşı çıkmak istediğim evler, koltuklar, halılar, müzikler, öğretmenler var. Karşı çıkmak istediğim kurallar var. Bir haykırış! Küçük dünyanız sizin olsun. Bir haykırış! Sessizce yatağa dönüyorum. Ölümü ve yokluğu uzun süre düşünmeye zaman kalmıyor. Şimdi gözümün önündeki görüntüler renkli kırları andırıyor. korkacak bir şey yok. Kırlarda koşuyorum. Sanki bir deniz kentinde yaşamıyorum. Hep kırlar. Esintiyle birlikte eğilen otlar arasında bir başımayım. Birazdan ölüm beni alacak.

Kirli bir yastık kılıfı görerk uyanıyorum. P.K. harflerini okuyorum. kafamda hemen "Psikiyatri Kliniği" çağrışımı uyanıyor.
- Kurtardılar beni !
diye düşünüyorum.
- Kurtarmasalardı
Ağlamaya başlıyorum" (s. 12-13)

"Pazar günleri... Şimdilerde... Sokak aralarından geçerken gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın yamurlu gri günlerinde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... evlerin pencere camları buharlaşmışsa... odaların içine aslımışçamaşır görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gtmek,gitmek, gitmek, gitmek... isterim hep." (s. 16)

"Yaşam yalnızca sokaklarda. Bir canlılık var sokaklarda. Güzel olan, gerçek olan, kentin insanları, kalabalık, dış dünya. Dış dünyanın insanın kulaklarına varan uğultusu. Diğer ülkeleri aşan, batıda bir okyanusa, doğuda bir başka okyanusa varan uğultu."(s. 25)

"...kendi kendine oynamaktan başka boşalım yolu yok. Bu da insanı bir yalnızlığa sürüklüyor. sevişmeyi kendi gövdelerimizde tatmaya, kendi bedenlerimizde öğrenmeye koşullandırılıyoruz. erkek gövdelerine, erkek organlarına yabancılığımız giderek büyüyor. Yılların çabası gerekiyor, erkeğe alışmak, erkeklik organını sevmek için." (s. 24)

"... insanı ve erkeği öğrenmenin bu denli güç olduğunu hiç bilmiyorum. erkeği öğrenmek için, çok erkek tanımak gerektiğini de bilmiyorum. Mutluluğun, insanın kendi kendisiyle hoşnut olmasıyla başlayacağını da bilmiyorum.
...
Birden gökyüzünden gecenin karanlığı kalkıyor. koyu gri bir alacakaranlık bürüyor doğayı. Doğacak güneşin kızıllığı yayılıyor dağların ardından bozkıra. O an bozkırı da çok sevdiğimi düşünüyorum." (s. 31)

"Uçsıuz bucaksız bir kent . Kilometrelerce ilerliyorum, ne başladığını ne de bitişini belirten bir köşesini görebiliyorum. Kentin alabildiğine büyüyen boyutları, göllerin ağaçlıkların ötesinde herhangi bir yerde bitmeli. Bu bitişi görüyorum. gece gündüz yaşıyor burası. geceleri gökyüzü gri, hava iyice kararmadan gene sabah oluyor. tepeleri olmayan dümdüz bir kent. En yüksek yapıların üst katlarından ancak bir çatılar uzantısı görülüyor." (s. 32)

"Yazmak istiyorum. Ama her zaman yaşamın günlük hareketliliklerini yeğliyorum. caddelere çıkmak, doymak bilmediğim sokaklara bakmak, yeni köşeler keşfetmek, yabancı insanları seyretmek, doyumsuz yaşamı gözlerimden yüreğime indirmek istiyorum. Kısacık anlarda çeşitli olayları, insan varoluşunu özünü, zaman ve duyguları sınırsızlık iççnde derinliğine düşünen insanlar çok mu? Bilmiyorum. Bir an, zamanları, olayları, duyguları, dağları, kalın gövdeli, büyük dallı ağaçları, yeşil mavi Akdeniz'i, uzantısındaki okyanuslarıokyanuslarla ufuklarda birleşen yıldızlı gökyüzünü ve dağların ardından yükselen güneşi aşan olaylarla dolu." (s. 33)

"... sinir hastalığı da bulaşıcı bir şey. hem öyle mikrop almakla değil, bir insanın umutsuzluğunu derinden algılamakla bile geçebilir. O zaman gücün varsa kurtar kendini. ne ilaç ne şok. Hastalık ile sağlık arasındaki bağ o denli zayıf ki, bir şizofrenin otuz yıllık solgunluğunu, zayıflığını, iştahsızlığını, çürümüş dişlerini ve zamanı yitirmişliğini yakından duymak, şizofreni kokusunu yakında koklamak bile hasta edebilir insanı" (s. 40)

"Karanlık uzun geceler vardır. kapalı gözlerle uzandığım. Birkaç saatin bana ait olduğu karanlıklar. Bazen fırtına sesiişitilir. Bazen pancurların çinkolarına gür yağmur damlaları çarpar. İçime denk gelir yağmurun coşkusu, ıslaklığı. Çoğu kez sokak köpekleri havlar. Köpek havlamaları bir köyde ya da orman kıyısında bir evde yattığım duygusunu uyandırır bende. Hiç bitmesin isterim havlamaları. Sabah kalkınca bahçeye, kıra çıkayımisterim. Yazı yazarım bu saatlerde. Uzun uzun. Hep düşüncelerle yazmaktır bu. kalkmak isterim. Kalkarsam, denize vuran ışıkların parlaklığını görürüm. Ve ağaçların koyu gölgelerini. evler, geceden daha karanlıktır. bazı odalarda ışışk yanar. Uyandığımda yitmiştir yazdıklarım. Yazın, özellikle temmuz ya da ağustos ise, sıcak bir güneş havayı, sokakları, evin içinii koltukları tahtaları ısıtmış müthiş bir parlaklık bğrğmğştğr kenti. İnsanı sıkan, garip, nedeni belirsiz, umutsuzluklara düşüren bir parlaklık ve kızgın güneş. Bir kaç gün uzunluğundaki yaz günleri. kış aylarındaysa gri bulutlar kentin üzerine inmiştir. Yağmur dolu bulutlar. Gün başlamış ilerlemiştir bile." (s.40)

"... onun için büyük bir sevgiyim. Böylesi bir sevgiye gereksinme duyuyor muyum? hayır. yalnızca bir erkeğe gereksinme duyuyorum. üç, dört yaşından beri bir erkeğe gereksinme duyuyorum ve artık yanımda bir erkek olmadan uyuyamıyorum. Bu adamla yatınca eksiksiz bir boşalma duyuyorum ama sonunda salt bir boşluk. Bir anda karansarlığa düşüyor, mutsulukla başbaşa kalıyorum. Sevişme yolculuğu, coşkusu, ölüm isteği ile bitiyor. Bunu için ordan kaçmalıyım." (s. 42)

"Neden bunalımları çözümleyemiyoruz? Neden dost olmadan, erkek-kadın, karı-koca olmaya çabalıyoruz?Yürmi yaşlarının başında insanlar böyle mi olmalı? Sevişmek için ilkin nikah imzası mı atılmalı? Ya da yalnız kalıp yıllar yılı erkek-kadın özlemiyle kendi kendilerine mi boşalmalılar? Erkekler, kadın resimlerine mi bakıp heyecanlanmalılar?İlk kadını genelevde mi tanımalılar? Kar-kocalar birbirlerinin gövdelerine "mal" gözüyle mi bakmalı? İnsanın doğal yapısı bu davranışların tümüne aykırı. Bizim insanlarımızın insan sevmesi, insan okşaması çocukluktan engelleniyor. saptırılıyor. Çarpılıyor."

"Daha güzel yaşam diye bir şey yok. Daha güzel yaşamlar ötelerde değil. daha güzel yaşam başka biçimde değil. Güzel yaşam burada. Taksim alanında. Turşu, pilav, simit, çiçek, kartpostal satan, ayakkabı boyayan siyah kalabalık içinde. Trafik tıkanıklığından yürümeyen arabalar, egzoz kokusu, alana yayılan sidik kokusu - gözlerimiz duygularımız önünde açılan bu kara kalabalıktan başka yerde, daha başka biçimde bir güzel yaşam yok. Güzel yaşamın sırları, ölen, gömülen arkadaşlarımızın yaşadığı kadar." (61-62)

"Yaşamın en güzel anı. Denizlerle, kumsallarla, rüzgârla, yeryüzü ve gökyüzüyle birlikte var oluşu derinden duyduğum an. iki insanın birleşmesiyle kutsallaşan bu an. Sonsuzluk. Varoluşun tüm zamanlarını uzlaştıran bu an. İki insanın birlşmesindeki sonsuzluk özü olmalı sevişmeyi duyan ve duyuran gücün. Bizi saran sıcaklığın. Soğuyan gecelerin. Ve geceleri gökyüzünü bürüyen yıldızların. akdenizin üzerini kaplayan mavigökyüzünün özü olmalı bu birleşme. Bu ıslaklık. Sonsuza dek varan, yaşatan, sonra yaşamı uzaklara, Akdenizin kıyılarda beyazlaşan dalgaları ya da yeşil durgunluğu gerisindeki ufuklara iten gücün.

bizi saran sıcaklığın. Soğuyan gecelerin. ve geceleri bürüyen yıldızların. Ve dolunayın. Ve dolunayla birlikte uykusuz kalan insanların. Dolunayla birlikte uykusuz kalınan  gecelerin soluk, sisli sabahlarında ölümü bekleyen insanların.
(Ölüm de bir günlük oly değil mi?)
Bizi saran sıcaklığın, soğuyan gecelerin. Ve geceleri bürüyen yıldızların. İki insanın sarılarak geçirdiği bu sarsıntı özü olmalı evrenin. Sonsuza dek varan, var eden, yaşatan, yaşamı ileri çağlara doğru devreden bu birleşme....        " (s. 65- sonsöz)

30 Mart 2011 Çarşamba

KızımKuzum'dan Kısa Kısa

IMG_7437



yazgüneşi latinasını babası ile birlikte parka yollar kendini eve adadığı bir  anda (Allam biri şu çamaşırları yıkayıp kurutup toplayıp ütülese, yemekleri yapsa bulaşığı toplasa silip süprse hayllari içerisindeyken elbette)

yolda genelde gevezeböcük annesiyle yürümeye ve bıcırdamaya alışkın latina sonunda suskun babasından sıkılır
ve konuşur

"baba böyle kuru kuru yürümek de olmuyor ki, sohbet edelim biraz"
:P






-----------------------------






uzun zamandır aynı küpeleri takmaktan sıkılan kokoş defne küpe değiştirmek ister
küpe kutusunu önüne alıp anneyi sorguya çeker
IMG_7006
bu yıldızı kim almıştı? -eda
hııı
bu çiçekleri? - tamer dayın
haaa
kalpleri? babaannen
aaa evet
uğurböceklerini zaten ananem aldı.. di mi? evet canım
bunları da teyzen yıldızlı lapis bu ışığa tutunca içinde yıldız var gibi görünüyor taşın özelliği
-aaaaaa annneeeee gerçekten yıldız çıkıyo ışık parlayıncaaaaaaa
evet hayatım özelliği o
(ve vurucu cümle gelir)
"ayy anne hepsinin içinde en büyüleyicisi teyzemin aldıııııymııışşşş"

yazgüneşi: gulp.. büyüleyici mi dedin sen (içinden) e yok artık



-----------------------











IMG_7630





capon balığının sınıfına okulda yumurtadan çim saçlı adam yaptırıp çimler büyüynce eve gönderirler.

Holde aynanın önüne konmuş olan çim kafaya görmeden çarpan Büü onu kırar...

Sonra üzülüp
"Defneeee çok özür dilerim çim kafanı kırdım"

dediği an Defnenin gözler dolar ve yanaklara sicim gibi yaşlar inmeye başlar

Yazgüneşi
"Üzülme annecim kaza oldu, yine yaparız , ben yaparım sana sularız gene olur"

Defne
"Hayıııırrr ben çimkafa kırıldı diye ağlamıyorum kii (içini çekerek), önemli diil o, babama üzüldüm ben, özür diledikten sonra gıkı çıkmadı, soluğu kesildi... hem çatlaktı çimkafa... benim için tek önemli sizsiniz (hala sicim gibi yaş dökerek ve içini çekerek)"
IMG_7629


Yazgüneşi ve Büü kızlarını kucaklayıp sımsıkı sarılarak
(içlerinden) 5.5 yaşında mı hakkaten şimdi bu...????!!!










----------------------------
Restaurantta yemek yerken turşu istemiş olan Büü bitince yensisini ister.
Yazgüneşi "hayırdır hamile misin?"
capon balıııı "ahahahahah annneeeeee saçmalama aahahah çoook komik babalar hamile olmaz kiiiii"
yazgüneşi "biliyorum şaka yaptım kuşum, hamile kadınlar bazen çok turşu yer de o yüzden"
capon balıı"haaa"
aradan 10 dakika falan geçer ve yeni turşu tabağı masaya gelir
Capon balııı: "babaaa çok hamile gördüm seni"
!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!!

------------------------------------

IMG_7309





Sivri biber yemekte olan Büü'ye sorar capon balığı

"baba acıı mı?"

"evet acı"

"çok mu acı, felaket mi"

"hayır çok acı değil, eh işte"

"orta acı mı , orta karar mı yani

ııı şeey.

şey


ılık su gibi mi yani?"


yazgüneşi: buyruuuunnn........... hadi bakalım...teşbihe de başladı hayırlı uğurlu ola!! :p

Madam Arthur Bey ve Hayatındaki Her Şey - Mine SÖĞÜT

madamarthurbey

"Kaderle başa çıkmanın tek yolu, ona kafa tutmaktır" (s.12)

"Kanadığı ilk gün, kimsenin karısı olmayay ant içmiş küçük ve asi bir kızın büyümüş hali. Bitirmeye tenezzül etmeden terk ettiği okullarda okutulan hiçbir şeye inanmayan, öğrenmek istediği her şeyi, istekle koynuna girdiği müşterilerinin çıorılçıplak hallerinde bulan ve dünyanın çok büyük, zamanın çok geniş olduğunu seze seze, hayatın içinde ağır ağır ilerleyen, her gün baktığı pencereden her seferinde tekrar tekrar intihar eden, yorgun ve beklentisiz bir orospu. Bugün ölse... Yeryüzünde hiçbir şey değişmez.

Kimsesizlik sanıldığı gibi güçten düşürücü bir zafiyet değildir. Aksine insana güç verir. ... Çöplüğe terk edildiğini bilerek büyüyen çocuk, kim olduğunu düşünür?

Hayat Nagehan için kocaman bir çöplük. İçi birilerinin artıklarıyla dolu. O, o artıklardan kendine bir ziyafet sofrası kurmayı biliyor. Kaderle oyun oynayan, kaderi ciddiye almayan, hayatı, başına gelenleri ve gelebilecekleri meraklı gözlerle seyrden ve kendini bildi bileli sevişerek para kazanan, tanrı başta olmak üzere hiç kimseye güvenmeyen bir kadın. Kendine bile güvenmeyen." (s. 13)

" En iyi, terk edişleri okumayı bilir. İstekli ya da isteksiz terk edişleri. alelacele gidişleri. Bir daha geri dönmeyişleri. Bir bebekken terk edilişi. Doğurduğu bebekleri de o terk etti. Tanır. En iyi terkleri tanır." (s. 14)

"Falcılar geleceği görürler mi, yoksa oluştururlar mı?
Falcılar gelecek inşa ederler. İstekleri ve sezgileriyle büyü yapar, olacakları olur kılarlar. Olmazları da olur kılarlar. Falcının isteğiyle sezgisi bir olur, dünyayı döndürür. Yıldızları söndürür. Falcı fala bakmayagörsün, falcı hayal kurmayagörsün, her muhtemel, tek tek gerçeğe dönüşür." (s.14-15)

"... saman kağıdına zehir gibi yayılan mürekkepli kalemle kelimeler yazıyor.
Zehirli kelimeler
Yazıyor
Her kelime bir öncekini bir sonrakine bağlamakla yükümlü. Bir hikâye anlatıyor. Aslında olmayan bir olay, aslında yaşamamış insanlar. O, yalan bir dünya yaratmakla mükellef bir yazar. Evinde tek başına. Tüm dünya karşısında . Kaleminin ucundan mürekkeple birlikte tehlike de akıyor kağıdın üzerine. Tehlikeli ve usul usul . Yazıyor. Yazdıklarının kokusunu duyuyor. Cümleleri is kokuyor. Biraz ikrli sanki. Çöpe atılmış şeylerin birbirine karışmış asitli kokusu gibi. vazgeçilmiş şeylerin. Başkalarının şeylerinin. Kokusu. İçine çekiyor. Genzi yanıyor. Gözleri yaşarıyor. Dünyanın tüm endişeleri genzinden içeri akıyor. Kokuyla birlikte. Yorgun. yeni bir romana başlamakla, her şeyden vazgeçip gitmek arasında bocalıyor. Yaşamakla ölmek arasında... bocalıyor. Her zaman bu böyle.
Her zaman... şimd,ki zaman
Kelimeleri, aç bir hayvanın  sivri dişleri arasından korka korka çekip çıkartıyor. Her hamlede bir yanı ölüyor. her hamlede kelimeler etine batıyor. Akan kanda ölüm var. Eğer o kanı durduramazsa yazamaz. Ama etini kanatmazsa da yazamaz. Kelimeler... bilenmemiş jiletler gibiler. Paslı ve tehlikeli.

Kelimeler kadar tehlikeli bir şey daha var bu sefer hayatında: Fotoğraflar. Sahaflardan toplanmışeski fotoğraflar. İnce ve parlak ve kaygan kâğıtlara basılmışlar. Önce. Çok önce. O doğmadan önce . Her nasılsa o zamandan bu zamana yırtılmadan kalmışlar. Parmaklarını zamanın göze görünmez varlığını kimyasına hapsetmiş, inceliğine rağmen dayanıklı, eskiliğine rağmen zamansız, gerçekliğine rağmen artık sanki hayalî olan o kâğıtların ipeksi yüzeyinde gezdiriyor. Aklını ürperten bir serinlik. Artık olmayan insanların, sürmeyen hayatların serinliği. Ölümün serinliği.
Üşüyor.
Yaşanmış ve bitmiş sayısız hayata, ayıplanabilir bir merakla, yeniden yeniden yeniden bakıyor. Gözlerini dikip. Gözlerini kısıp. Uzaklardan yankılanan sesleri duymaya çalışıyor. Fotoğrafın çekildiği anda söylenen sözleri. Uzaktan seslenmeleri. O duruşun ardından atılan adımları. Öncesindeki tedirginlikleri Karnında tuhaf bir sancı. Suçluluk. sararmış kağıtların üzerine zapt olmuş, öncesi ve sonrası belirsiz anlarla baş başa kalmak korkutucu. Zaman bu fotoğraflarda gömülmemiş bir ölü gibi. Artık gömülmek ister gibi. tedirgin. Bu fotoğraflar, bütün eski ve kimsesiz fotoğraflar, sanki ondan bir şey istiyorlarBir mezarı kazıp ölüyü dışarı çıkartmasını, dudaklarını çürümüş bedenlerdeki dudaklara dayayıp içlerine yeniden hayat üflemesinin... bir ölüyü öpmesini.. istiyorlar sanki. Talepkâr. Talepkârlar.

İçlerinde gizli anlamlar barındıran ve sesle birleşip kılıktan kılığa girebilen, yazıya sıkıştırıldıklarında hep ama hep yetersiz kalarak onu da acizleştiren kelimeleri sevmediği gibifotoğrafları da sevmiyor.

Neden ânı sabitlemek ister insan? Neyi, hapsetme arzusudur bu? Zamanı mı? O geniş, o sonsuz, o başlangıçsız, o tanrısal zamanı mı? Hiç anlayamadığı, anlayamayacağı için de ölesiye korktuğu zamanı? Zapt etmek ister? İnsan? Neden? Bugününe anına yaşadığı hayata sahip çıkmayı beceremezken, geçmişin elini kolunu bağlayarak, olmuş bitmiş geçmiş gitmiş bir ânı durdurmanın anlamı ne? Madem tarih tekerrürden oluşuyor, madem geçmişten hiç ama hiç ders alınmıyor... insanın amansız arsızlığı" (s. 19-20-21)

"Geçmişi fotoğraflardan öğrenmek mümkün mü? ne anlatabilir bugün bize, çoktan ölmüş bu insanların durgun ve suskun suretleri? sadece zamanın geçip gittiğini ve her şeyin bir gün bittiğini. Herkes ölür. her şey biter. Ama y,ne de hayatta aslolan telaştır. İstektir.
Olcayto hissediyor, istemekten vazgeçtiği gün özgürleşecek." (s. 21)

"Kaçakların gözden ırak, kimsenin bilmediği uzak yerlerde yepyeni kimliklerle kendilerine bambaşka bir yaşam kurdukları doğrudur. Ama bazen. Bazen de kaçaklar hiçbir yere gitmezler. Oldukları noktada donar kalır ve üzerlerine yapışan zamanın kabuklaşmış kirinin altına saklanırlar. Unutuşa gizlenirler. Bir örümcek gibi. Sinsice beklerler. Birinin hata yapmasını, ağa takılmasını." (s. 26)

"Savaşın suçlusu mu olurmuş? savaşın kendisi suçtur. Dost da düşman da savaşta topyekûn kurban. Kendinize gelin hâkimler! Kimi yargılıyorsunuz? Vicdanı mı? Vicdan hiç yargılanır mı? Öldürmenin haklı nedenleri ya da haksız nedenleri olabilir mi ki öldürenleri ikiye ayırıyorsunuz? iyi niyetli meşru katiller ve kötü niyetli katli vacip katiller diye. Tüm katiller kurbandır. Kurbandır. Kurbandır. Hâkimler savaş suçlusu savaşan değil, savaşı çıkarandır! Gücünüz yetiyorsa onları yargılayın burada!" (s.37)

"... dünyada cennet hayali kurmanın bir ahmaklık oldğunu düşünüyor. Gerçek insan cehennemde hayatta kalmanın yollarını kollayabilendir." (s.42)

"Kuşları zamansız uyandırmak uğursuzluktur." (s.63)

"... tanrısal sanılan her şey aslında raslantısaldır ve rastlantılar hiç yabana atılmamalıdır" (s.74)

İnsanlar gerçekleri ne kadar hatırlar, ne kadar birebir nakledebilirler?

Her gerçek her zihinde yeni bir gerçekliğe bürünür. Kimse kimsenin hikâyesini anlatamaz. Herkes herkesin hikâyesini yeniden yazar. Anılar izafi. Tıpkı zaman gibi. Biz nasıl yaşarsak anılarımızda öyle oluşur. Tüm huylarımız bulaşır anılara. Tüm hayallerimiz ve beklentilerimiz. Kinimiz biçimlendirir onları. Öfkemiz kabartır. Kneidmize güvensizliğimiz yontar sonra. Kötücül ne varsa bünyemizde, hafızamıza sirayet eder. O yüzden kimse kimsenin greçek hikâyesini anlatamaz. Herkes herkese yeniden yeniden yeniden gerçekler yazar. Tek doğru olmadığı gibi tek tarih de yoktur o yüzden. Onun kişisel tarihi bile, belki de, bin tane.

O zaman gerçek ne?

Bir anlık kıvılcım. Olup bittiği anda var olan. Sonrası külliyen hatıra. Hem yaşayn için, hem o yaşama tanık olan için. Tarih hafızadan kâğıda geçerken bile kulaktan kulağa oyunundaki kelimeler gibi girdaplara kapılır. Hallerden hallere dönüşür. Kaybolur.

Gerçek hep kaybolur." (s.74-75)

"'Kimim ben?'
İşte yeryüzünün en tehlikeli sorularından biri. İnsan kim olduğunu düşünmeye başladığı anda başkalaşır. Herkesten bambaşka olur. Kendi gibi olanlarla olmayanlar arasında savaşlar çıkartır. Ve ait olmadığı ya da ait olduğu kimliklerden silahlar yapar. Dağları uçurur, ormanları yakar. Dünya bir gün aniden dönmeyi durdurursa, müsebibi bu soru olacaktır. Ya da bu soruya verilen bir cevap. Minasebetsiz bir cevap." (s.87)

"Geçmişe dönüp bir şeyleri değiştirmek mümkün değilse, o zaman gelecekler ilgili beklentileri altüst edebilir insan. Asıl güç de budur." (s.89) 

"Bir yazar gibi düşünmek, olmamış ve muhtemelen asla olmayack hayaller kurmaktır. Tanrının kitabını yırtıp atmaktır. Geleceğe baş kaldırmak, kaderle alay etmektir." (s.92)

"izini sürdüğü hayatupupuzn bir koridor gibi.Arada kapılar var. Hangi kapıyı açsa karşısında bir koridor daha. kapılardan odalara geçse, her oda içinde bir oda, her oda dışında bir oda daha. Manasız bir labirentin tuzağında kıvranıyor. Hiçbir yere varmayanupuzun ve amaçsız bir hayatın peşine düştü. Böyle bir hayat mümkün mü?" (s.98)

"Bir şey anlamaya çalışırken ona dönüşebilir insan. Tıpkı nefret ettiği veya çok sevdiği şeye de dönüşebileceği gibi. İnsanın dönüşebilirliği tehlikelidir, çünkü bunu kontrol edemez.Bu dönmedolap istekle değil olabilirlikle döner." (s.98)

"Yazarın işi, gerçeği baştan çıkartmak değil midir? Akılları kanatlandırmak? Hayalleri bir tanrı gibi gerçek kılmak? Yzarlık başlı başına bir muktedirlik değil midir?Bir yazar herşeyi ama herşeyi yapabilir. Sadece cesarete ihtiyacı var. sadece bu roman için değil. Her zaman her şey için." S.100)

"Kadınlar üzüldükleri, sevindikleri, meraklandıkları, vaz geçtikleri, yıldıklsrı, telaşlandıkları, kırldıkları, kızdıkları zamanlar hep yemek yaparlar. Baharat kavanozlarını açıp açıp kaparlar. Tencereleri tekrar tekrar yıkarlar, bıçakla parmaklarını keser ve en azından bir bardak kırarlar. Kadınadamların temel  eksiği sanıldığı gibi rahimleri değildir. Onların kadınsı eğretilemeleri eksiktir. İçe atmaları ve başka yerden çıkartmaları eksiktir. O yüzden sokakta avaz avaz bağıran bir kadınadam gördüğünüzde hiç yadırgamazsınız. Ama avaz avaz bağıran bir kadın herkese dudak ısırtır. Kadınlar sokakta avaz avaz bağırmazlar. Hele ki bu ülkede. Kadınlar ölürken bile etekleri açılmasın diye uğraşır ve evdeyapayalnızken bile sütyen takarlar. Kusursuz bir kadınadamı gerçek bir kadından ayırnanın tek yolu hareketlerindeki rahatlıktır. Orospuluğun bile bir edebi vardırç Kadınadamlığın yoktur)" (s.108-109)

"Geçmiş ve gelecek matruşkalar gibi birbirinin içinden çıkarlar. Birbirlerinin içine girerler. Geçmişin içinde gelecek, geleceğin içinde geçmiş. Dünü binbir şekilde yorumlayabilir insan. Yarını da binbir şekilde hayal edebilir; Ama ya bugün göbeği düne bağlı olan ve damarlarında yarının kanı akan bugün? Gözün kendi bedenini asla başkalarının gördüğü gibi göremeyişi, kulağın kendi sesini başkalarının duyduğu gibi duyamayışı nasıl eksikbırakırsa insanı, dünle yarın arasında gidip gelen sağduyu da o anı yakalayamaz ve bununbedelini düne ve yarına ödetir." (s.134-135)

"Maria'ya okulda öyle öğrettiler. Yaşam heptir, ölüm hiç. Tanrı yoktur, şeytan hiç. Madam Arthur Bey hem tanrı hem şeytan; o yüzden artık hiç hiç hiç hiç. Peki hayat Maria'ya ne öğretti? Okuldakileri onayladı mı hayat Maria?
Hayır hayat ona okulda öğretilen ne varsa aksini öğretti. Kitaplara yazılan her şey sayfalardan yerlere döküldü. Ayaklar altında ezildi. Yitti......" (s. 138)

29 Mart 2011 Salı

Maskeler Aşkı Gizler mi?

maskeler

Tanımak istememiştik belki de birbirimizi


Buna sebep maskeler ardında yaptık ortak her şeyimizi

İmkânsız değil miydi birimiz diğerine

Maskesiyle

Olmak istediği her ne ise

...Onunla olmak daha iyi gibi gelmişti muhtemelen her ikimize de

Komik

Hangi maske gizleyebildi oysa bugüne değin

Tendeki ateşi

Yürekteki güneşi

"Aşık olmam" zannettik görmeyince diğerinin yüzünü

Aşkın sanki bir gözü varmış gibi...

Bize maske yerine eldiven lazımdı belki

İnsan aşkı gözleriyle değil de parmak uçları ile görerek bulur çünkü...

25 Mart 2011 Cuma

Kıyısız Bir Deniz...

Şmdilerde konu sen isen adam
ben kıyısız bir deniz gibi hissediyorum kendimi... Onlarca gemi gelip geçiyor üzerimden yara yara bedenimi...
Kimi ışıyorum güneş vuruyor yüzüme.. kimi kararıyorum, ürkütücü bile oluyorum hatta
ve coşuyorum kimi... herkesi herşeyi yutmak istercesine...
ama seni adam
batık bir gemi misal
aldım sakladım yüreğimin en derin
en gizli köşesine...

batık bir gemi...
ümitsiz geliyor kulağa değil mi.. öyle belki gerçekten de
belki ümitsiz olduğundan güzelsin bunca
ümitsiz olduğundan aşkım engin bir deniz sana...
ümitsiz olduğundan özlem uçsuz bucaksız, kıyısız denizim özlemden işte

ufacık bir ümidim olsa seninle geleceğe; martı olacaksın belki, konup kalkacaksın üzerime...
içimden balıklarımı söküp alıp besleneceksin
tüketeceksin beni
tüketeceksin sevgimi

şimdi ümitsizsin ya, batık gemi gibi gömdüm kalbime seni... orası yerin artık; cümle dalgıçlar gelse sökemezler oradan seni.. Usul usul çürüteceğim gömdüğüm yerde seni.. zamanla yok olacaksın belki.. Ama parça pinçik içime karışarak... bölük pörçük yanıma yakama dağılarak...

Konu sen oldun mu adam, şimdilerde kıyısız bir deniz gibi hissediyorum kendimi..............

IMG_4666

24 Mart 2011 Perşembe

müşahede

Özünde ikisi de kızgındı aslında erkek egemen dünyada kadının kadına düşmanlığının doğallaşmasına... Başka şartlarda karşılaşmış olsalar kuvvetle muhtemelken dostlukları; şimdi nedendi düşmanlıkları?


Gerçekten benziyorlardı... Dinleseler birbirilerini, tanısalar belki de çok şaşıracaklardı... İkisi de Latin kültüre yakındı mesela; reenkarnasyona inanıyordu bir tanesi ve bir önceki hayatını Arjantin’de yaşamış olduğundan emindi neredeyse; diğeri ise eninde sonunda gidip yerleşmeyi planlıyordu kafasında Meksika’ya.

Dansı seviyordu ikisi de... tangoda çok iyiydi bir tanesi, diğeri bachata dendi mi ilk akla gelen isimdi o kentin Latin barlarında...



Şiir tutkunuydu ayrı ayrı ikisi de bir farkla – ki bu fark daha da yaklaştırırdı aslında dost olsalar onları bir diğerine-; şuydu ki: Yazıyordu biri, hani öyle herkesin “ben şiir yazıyorum” deyip de kelimeleri yan yana, cümleleri alt alta sıraladığınca değil... Ciddiye alarak yazıyordu, ödülleri vardı bir çok yerden kazanılmış ve basılmış iki de kitabı...



Diğeriyse okuyordu... Hani öyle herkesin “ben şiir okuyorum” deyip de internetteki sitelerde dolandığınca değil... Ciddiye alarak okuyordu, karşılaştırmalar içeren yazılı makaleleri vardı ve şairlerin kimi temalarını ele alarak bölüm bölüm hazırlamakta olduğu ve bir gün bastırmayı hayal ettiği bir araştırma kitabı taslağı...



Ve özlerinde hemen her kadın gibiydiler işte aslında, sevilmeyi seviyorlardı, önemsenmeyi... Huzur duyuyorlardı hayatlarında “onun için endişeleniyorum” diyebilecekleri bir karşı cinsin varlığından... Annelik içgüdüsünden midir nedir, sever kadın endişelenmeyi sevdikleri için... ve şu anda her ikisi de –haksız olduğunu bildikleri halde- endişeleniyorlardı sevdikleri adam için.



Geçirdiği basit bir kaza sonrası dinleniyordu hastanede. Kaza basitti, adam adına, hastanede kalması dahi gerekmeyecekti bir gecelik gözetimden sonra... Ama işte bu iki kadına basit değildi bu kaza. Haberi duydukları anda hastaneye koşmuşlardı ve gerçekle yüzleşmişlerdi
Gerçek.... ne kadar da ağır geliyordu şimdi, şu anda her ikisine de.. Nefretle süzüyorlardı birbirlerini, aslında nefret etmeleri gerekenin karşılarında oturmakta olan endişeli kadın olmadığını bal gibi bile bile hem de...



Aldatılıyorlardı... her ikisi de... Diğeriyle...



Hastane koridorlarında tartışacak kadınlar değillerdi...

Tartışmadılar...



Adamın kız kardeşi aralarında kalmıştı, neredeyse ağabeyini unutmuş,  ortalıkta dolanan gerginliğe ilaç olmaya uğraşıyordu. Bir ona koşuyordu kırık dökük cümlelerle, bir diğerine dönüyordu benzerleriyle...



Ketumdu biri, gık dememişti, tek sözcük çıkmamıştı ağzından, diğeri konuşkancaydı kendini açıkça ifade etmeye daha yatkın; bir iki laf etmişti açıklamaya ihtiyacı olmadığını ima eden.. Ama şu bir gerçekti ki kız kardeşin bocalamaları yormuştu her ikisini de..



Konuşkanca olan kalkıp hemşire odasına gitti, son durumu öğrendi , ciddi bir şey yoktu, halâ tutuluyor olma sebebi önlem içindi sadece. Az sonra birer kişi birere kişi girmeleri şartıyla odasına girip kısa bir süre O'nu görebilmelerine izin verilecekti. Usulca koridora geri döndü, kız kardeş diğerinin yanında anlatıyordu yine, bölük pörçük, telaşla.. Konuşkanca olan kadın dikilip yanı başında omzuna vurdu serin kanlılıkla kız kardeşin . İrkilip döndü kız kardeş, bir telaş bulutu geçti hızla gözlerinden... “Sen de kadınsın” dedi konuşkanca olan “biliyordun bunca zaman.. önleyebilirdin, uyarabilirdin sezdirmeden, her ikimize de dostmuşsun tiyatrosunu oynamak yerine, uzaktan izleyip bizlere bıyık altından gülmek yerine, koruyabilirdin hemcinslerini... ama olmaz elbette ağabeyin o senin. Belli ki o “seninle baş başa buluşalım”larla dolu dost telefonların diğerimizle iken sevgili ağabeyin rahat etsin diyeymiş...” Kız kardeş kilitlenmiş kalmıştı, tek kelime edemeden boş boş bakıyordu tüm gerginliği çözülmüştü ve yığılmıştı adeta... Suskunca olan kadın suskun ve tepkisizdi halâ.

Devam etti konuşkanca olan “Olsun, canın sağ olsun, dünyanın kurulu düzeni bu, bugün bize yarın sana...”

Gözleri doluştu kız kardeşin.. Söylesem diye toparlamaya çalıştığı sözcükler içine yığılıp kaldı adeta, bir şey söyleyemedi.



Konuşkanca olan kadın omzunu tuttu usuldan suskunca olan kadının.. Konuştu sakince “şimdi öğrendim, önlem için sadece halâ tutuluyor olması, yok bir şeysi, çıkacak yarın... Gidelim gel... Bir şeyler içelim bir yerlerde, ihtiyacımız var; ikimizin de...”

Suskunca olan kadın elinde büküştürüp durduğu çantasının sapını takıp omzuna ayaklandı, bir kez dahi kaldırmadan başını...



Yürüyüp gittiler...



Konuşacak binlerce ortak noktası olan iki kadın, tek kelime etmeden diğerine, çıktılar gecenin ayazına...

Bir müddet yürüdükten sonra ilk kez açtı ağzını suskunca olan, biraz da kinle

“benim kadar sevemez onu kimse... onu benim sevdiğimce seviyor olamazsın sen... olamazsın eminim, adım gibi eminim işte...”

Konuşkanca olan eğdi başını bu kez; bu kez ondan çıkmadı ses, soluk, tek bir gık bile... iyice önüne eğmişti başını, eğebildiğince.. görünmesini istemiyordu belli ki yüzünün, istemiyordu çünkü gözpınarların taşmıştı damlacıklar, yol yol iniyorlardı yanaklarına...

Kimin kimi ne derecede sevdiğini kim bilebilirdi ki... Zaten ne önemi vardı bunun, önemli olan sevgiyi hak edene verebilmek değil miydi...

Sustular epeyce bir süre... durup sustular öylece... Konuşkanca olan usuldan açtı çantasını, kartvizitlerinden çıkarttı  bir tane... başı halâ yerde... Bir adım atıp diğerine doğru uzatıp verdi kartını...

Dedi ki:

“madem öyle... senindir... ve sormak istersen bir şey... her ne olursa.. cep numaram da var kartta.”

Ve dönüp gitti usul usul.. acıya ... kanaya

Hıçkıra hıçkıra....



Suskunca olan bakakaldı elinde tutmakta olduğu karta... önce takılı kaldı “editör” kelimesine, hem de onun şiirlerini yayımlamış olan dergilerden birinde....

Ama esas ismi okuyunca dağıldı iyice..

O isim

Hayal kurarken geleceğe dair, adama dair yine adamla

“günün birinde bir kızımız olacak ve böyle sesleneceğiz ona” deyip durduğu isim yazılıydı kartta

O isim

Adamın her defasında “harika seçim” dediği isim...

Suskunca olan kadın açtı çantasını usulca, çıkarttı cep telefonunu.. bulup adamın adını  “sil” tuşuna bastı, tereddütsüz “evet” i tuşladı “emin misiniz” sorusunda

Ve karttaki numarayı kaydetti telefonuna o isim, o çok sevdiği “kız” ismi altında

Ve dönüp gitti usul usul.. acıya ... kanaya

Hıçkıra hıçkıra....


AYSE-NES_7290
fotoğraf: ibrahim çakır

Dipteki Not 1: bu öyküyü yazmama ilham olan fotoğrafı çeken candostum ibrahim çakır ve modellikte bana eşlik eden candostum derindeniz balığım Ayşe Keskalan'a teşekkürlerimle

Dipteki Not 2: deneme yayımladım hep, ama bu ilk öykü yayımlamaya cüret edişim. yazılıp kenara konmuş onlarcası var ama hiç cesaret edemedim başkalarıyla paylaşmaya bu bir ilk. olumlu ya da olumsuz ama kesinlikle tarafsız her türlü eleştiriye sonuna kadar açık olduğumu belirtmeyi arzu ettim özellikle :)

22 Mart 2011 Salı

Kendine Tutunmak...

üşüyorum adam..
hava soğuk mu değil mi bilmiyorum ama ben üşüyorum...
kollarımı sarıp kendi bedenime
kendi kendimi ısıtıyorum...

bir insan, bir kadın neden kendine tutunur adam? neden sıkı sıkı kendine tutunmak ihtiyacı hisseder bir kadın biliyor musun?
ben?
ben bilmiyorum adam... Ama tutunuyorum,
sımsıkı kendime tutunuyorum.
kollarımı bedenime doladığımda daha mı kolay yaşamı sürdürebilmek benim için
ya da daha mı az can acıtıcı senin dokunuşlarını özlemek böyle olunca..
yalnızlıktan kaçış mı böylesi
korunma ihtiyacını
sevilme ihtiyacını tatmin belki
nedir bilmiyorum
ama kendime tutunuyorum
sımsıkı kollarımla sarıp kendimi
galiba en doğrusu ayakta ve hayatta tutuyorum bedenimi...
bir insan
bir kadın
neden bunca üşür
bir insan
bir kadın
kendi kendine tutunacak kadar neden yalnız kalır adam?
ve nasıl gelir ki
kendi kendine tutunmaktan hoşlanır hale
nasıl aldrmaz teninde dolansın istediği ten yerine yine kendi teninin gezinmesine
kollarını dolayıp kendine
kendine tutununca bir kadın
hayata mı asılıyordur yoksa tam anlamıyla bir vazgeçmişlik midir bu gerçekten...
nedir adam cevap
ya da
daha doğrusu belki de
var mıdır bir cevap sence....

sen hiç kollarını dolayıp bedenine
tutundun mu adam kendi kendine............

üşüyorum adam
hiştt sessiz ol bak
içimin titremesinin tınısını dinle.............

IMG_7375ssf
fotoğraf: ibrahim çakır

21 Mart 2011 Pazartesi

karanlıkta kalırdık belki...

199064_482467739228_688049228_5514366_6119871_n

Karanlık günlerimizin gizindeydi sevgi..



Gizli gizli sevmiştik birbirimizi belki...


Aydınlık hep özlemimizdi...


Aydınlanınca çoğalacağımızı


Çoğaldıkça sıradanlaşacağımızı


...Sıradanlaşınca yitireceğimizi


bilemezdik


bilseydik


karanlıkta kalırdık hep belki.


neslihan karayakaylar tamyaman / 20 mart 2011

18 Mart 2011 Cuma

İlkbahar mı gelmiş pooooff...

bahar2
Çoğunluğun etekleri uçuşuyor şimdilerde sevinçli sevinçli
Akıllar havada bir karış...

Sebep?

Bahar gelmiş...

Aman iyi...
Buyursun

Ben sevmiyorum bu "ilkbahar" denen mevsimi...

Bunu ne vakit dillendirsem ortalık ayaklanır..

"Aaaaaaa bahar sevilmez miiiiiiiiiiiiiiiii.. nck nck nck..."

Sonra başlarım gerekçelerimi sıralamaya, bir bakmışım "haklısın" ifadesi taşıyan baş sallamalar karşımda..

Ama başta tepki göstermek şart; özellik bu yurdum insanında... Lafın sonunu dinlemeden ilk cümlede yargıya varmak...

Ne olduysa olmuş vakt-i zamanında Orta Asya'dan göçerken yolda belde bir ot mu yemiş atalarımız bir su mu içmiş ne zıkkımsa artık...
var bu ilk cümleden yargıya varma hadisesi cümlemizde;
elbette
bende de
Türküz nihayetinde ;)

Ay neyse konuya dönmeli; açıldım olmadık alemlere gene...
neydi konuuuu....?
hah
Niye sevmiyorum bu "ilkbahar"ı..

bir defa çok dengesiz havası var; misal geçen hafta kar gövdeyi götürüyordu ayaz, tipi, kıyamet
dün penye t-shirtle dolaştım bir hafta önce kardan adım atamadığım kampüste gerine gerine ışıl pırıl güneş altında..
ve bugün kara kapkara bulutlar eşliğinde yağmur inmekte gökten yere sağnak sağnak...

bahar1

Ne giysen yanlış bu mevsimde..
İnce giyin (benim bugünkü halim misal) kesin yağmur falan indirir olmadık bir an....
hoooop oluverirsin sırılsıklammm

Kalın giyin
ee ıslandın, üşüdün ya bir gün önce ...
Bir parlar güneş tepende; kendine omurganın üzerinde bir yatak bulup akıverir sırtımdan aşağı terden bir nehir
Hal böyle olunca kaçınılmazdır nezle-grip muhabbetleri sektirmeden her baharda
Yani demem odur ki; ben her bahar aşık falan olmam ama nezle ya da grip olurum mutlaka...

Bir de der ya büyükler "bahar havası çarpar" diye
e doğru işte
-zaten hep derim ben atalar ne derse doğru deeeeeer-
eeee doğal; tecrübe var serde, boru mu?

Çarpar hakikaten, aldanırsın yalancı güneşine serilirsin ertesi güne, bütün kemikleri kasları ağrır insanın bu çarpılmanın akabinde.

Ayyyy ay ay; bir de o depresif haller
elinin kolunun hareket etmeyi reddetme tripleri, bir uyku hali, bir kafanın sürekli düşecek bir yastık arayışına girmesi vaziyeti. Bir sinir, bir stress...
oflayıp poflayanlar...

Şimdi biliyorum ilkbahar yanlısı kimileri atılacak hemen
-aaaaa ama rengârenk nefis çiçekler, çayır, çimen....-
haksız değiller
şüphesiz değiller
ama işte o rengârenk nefis çiçeklerin üretip üstüne bir de çayır çimene itinayla yaydıkları polenler yok mu?...
hah var di mi?
Onlar beni ne yapıyor bilen var mı?
"Alerjik rinit" kelimesini duymuşluğu, yaşamışlığı olanlar anlar ancak... Çeken bilir hesabı..
oyyy oy oy aklıma düştü gene
Böhüeee az kaldı di mi o günlere...

Özellikle şehrin göbeğine "kavak" adı verilen, gölge dahi yapmaktan aciz o mânâsız ağacı dikenlerle -her sene yaptığım gibi usanmadan- yeniden yakın akraba(!) olacağım günler çok yakında di mi...
Off ki of yine..

Hah bir de saat değişikliği hadisesi var. Yaz saati uygulamasına geçilecek
Bu güzel... Sevdiğim bir durum, hava geç kararacak harika...
Nefis hatta
Amaaaaa ben jetlag olacağım yine, her saat değişikliğinde inatla olduğu gibi yine biyolojik ritmim allak bullak olacak


Ne gıcık
ve ne uyuzum di mi
ve de kıl
vır vır vır vır vır vır vır
Bir şeyden de memnun ol be kadın... peees yani
Di mi?
Yok olmaz
İlle söyleneceğim işte
Sebep mi?
E bahaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaaar

Haaaa hiç mi iyi yönü şimdi bu mevsimin canım..
e olmaz mı?
Yin-yang diye bir denge var sonuçta
Her iyilikte biraz kötülük
Her kötülükte biraz iyilik
vardır...

İlkbaharında var iyi bir tarafı

Ne mi?

YAZ gelmesi arkasından
Peeeeeehh
Başka ne olacaktı ki........

15 Mart 2011 Salı

Yazı seviyorum dedim yaaaaaa

Çocuk kısmı "kar"a bayılır...

Hatırlıyorum çocukluğumda böyle dizboyu yağan karı
ben bile severdim...

"ben bile" derken;  "yazgüneşi" kontenjanından ;)

Her neyse uzatmayım döndürüp dolandırıyorum konu hala kar...

Bizim ufak latina, latin ateşi sinmiş ya tenine damarlarına..
kar yağışlarında komik anekdotlar yaşattı bize..

eve zor şer vardığımız günün ertesinde sabah uyanmakta zorlandım ben, latina ve büü erken kalkmışlar salonda oyalanmışlar

çılgın yağan karı gören Büü bir heves dönüp ufaklığımıza sormuş: çıkıp kartopu oynamak ister misin? Kardan adam yapmak?

"Yok yok" demiş bizim zilli.. Üşürüz bu soğukta, camdan bakınca ne güzel bak, burdan seyredelim bence"

Büü şokta elbette
kaç 6'ya 5 var çocuğu reddeder ki böyle teklifi nihayetinde...

yine aynı gün çılgın yağan tipi altında evden çıkıp anneme doğru ilerliyoruz, zorla bir kare fotoğrafını çektim işte Allaha şükür

bu kez ben soruyorum
"kızım kar topu oynayalım mı, ya da okkalısından bir kardan adam yapalım burnuna havuç gözüne kömür başına şapka takalım...."
başta oralı bile olmuyor
sonra bakıyor ki ısrarcıyım
yapıştırıyor cevabı dili titremeden

"annnneeeeeeeee daha önce de söyledim yaaa
Yazı seviyorum dedim yaaaaaa"

cümle bundan ibaret ama altyazıları okudum ben gayet netti
daha da sorup durma, ısrara gerek yok, çizgim var benim demeye getirdi
ne haddimize çıkmak çizgiden....
ne haddimizeee...

kardacapon

14 Mart 2011 Pazartesi

bırakmam - bırakamam...

Hayatıma girdin ansızın...
Evet sen seçmemiştin girmeyi, öyle gerekti, öylece kendiliğinden oluverdi...
Lâkin şimdi istesen de çekip gitmeyi... Bırakmam... Bırakamam seni...


Evet sen bilmeden hayatıma girdin ansızın... Şimdi boşa çabalama çıkıp gitmeye bırakmam... bırakamam... Arsızım...

Dokundun bir kere tenime; dokundum bir kere tenine... Gezdirdim parmak uçlarımı bedeninde ve ezberlettin teninin dokusunu parmak uçlarımın her bir hücresine
Şimdi ne vakit seni özlesem, kendi kendime dokunuyorum parmak uçlarımla ve teninin dokusu geziniyor bedenimde usulca...Ilık bir meltem gibi yalayıp geçiyor sanki varlığın bedenimden...
Ben ne vakit seni özlesem bana kazıdığım sana sarılıyorum...

Her görüşte bir nefes gibi çekiyorum seni ciğerlerime ve sonraları ne vakit seni özlesem bir anlığına nefesimi tutuyorum, içime sızan varlığın usulca sıyrılırken nefesim gibi dışarı, bir an fazla hapsolabilsin içimde diye...

Ne vakit seni özlesem, kendimce keşfettiğim yöntemlerimle bana seni yaşatıyorum sindire sindire...
Hoş..
Bakma "ne vakit seni özlesem" dediğime; aslında ben seni "her vakit" özlüyorum..

biriktirdiklerimi tüketiyorum sensizlik günlerinde ve görmem gerekiyor seni birikimler tükendiğinde..

Ben artık seni görmenin yolunu da biliyorum.. Konuşmak değil çözüm , anlıyorum...  Artık seni iyiden iyiye çözdüm ben
Huzurluyum...


Ne vakit şiddetli özlem anları için biriktirdiklerimi tüketsem... Yanına gelip, seninle olup
Susuyorum...
Yeni birikimler istifliyorum..

Hiç bir beklenti, hiç bir sızlanma, hiç  sitem, hiç ses...
şiddetli özlem anları birikimleri tükendiğinde sana gelip, senle susup, sadece ama sadece sana dokunuyorum..
parmak uçlarıma ezber tazeletiyorum yeniden
ve yeniden

Sen
hiç yokken ortada, birden girdin hayatıma ... Kendi seçimin olmadan...bilmeden,,, beklemediğince,,, beklemediğimce
ANSIZIN
Çok direndin gitmek istedin bırakmadım, bırakamadım...
Bırakmam
Bırakamam
ARSIZIM.........

24493_357281259228_688049228_3278874_5022801_n

11 Mart 2011 Cuma

Kar Yağdı Güneşli Kirpiklerime....

196991_475214999228_688049228_5453835_3481252_n


uzun zamandır böylesi KARa bürünmemişti

anKARa


hani çocukluğumun kışları vardı,

diz boyu kar derdi büyükler de bizim dizimizi bile geçerdi..
işte öyle yağdı...


197939_474819484228_688049228_5451302_1178646_n


salı akşam iş çıkış rezaletin daniskasını yaşadık yolarda sefil perişan aç bilaç eve vardığımızda saat 22:00 yi geçiyordu, 17.30 dan itibaren
beyaz kabus...
Büü günübirlik toplantıya gitmişti istanbula o istanbuldan geldi 19.00 uçağıyla biz eve varamadık

son dakika  kapabildiğim börekler sayesinde Defne ve Zeynep biraz olsun açlığını giderebildi ve sonra da uyuyakaldılar zavallıcıklar.

ayy neyse
durumun böyle olcağının açık ve net olarak görülüyor olmasına rağmen bizi 15.30 -16.00 gibi göndermeyen üst yönetim çektiğimiz rezilliği görünce bir günah çıkartma mı yapmak istedi bilinmez
iki gün tatil etti
hoş etmese de gidemezdik ertesi gün işe falan ya
o da başka bir konu elbette :)

Uzun zamandır görmediğimizce kar yağışını görünce fotoğrafçı ruhum iyice bir mayalanıp kabardı pek çok fotoğraf tutkunu gibi benim de..



190026_475215459228_688049228_5453840_592435_n



çarşamba günü 4.5 saat falan dışarda kalıp tipi altında çek de çekçek yani :))



196422_475044244228_688049228_5453156_3353683_n

 

özetle

bu hafta  ay cemreler düştü

ay bahar kapıda derkennnn


 
KAR YAĞDI GÜNEŞLİ KİRPİKLERİME....

mart yaptı yapacağını
baktırdı kapıdan...

boia demem ben
mart ayı dert ayı
diye

En Kıymetli Armağan...

Bugüne değin aldığım hediyeler içinde en özelleri sıralamasında zirveye oynayacak bir hediyeydi bu bana..

Ben hep yazarak ifade etmişimdir duygularımı
çok kelimelerim vardır atfedilmiş hayatıma giren nice insanlara..

ama bu zamana değin, özel olarak benim için kelime sarf eden olmamıştı hiç
-Büü nün evlenme teklifi etmek için yazdığım mektubu saymıyorum elbette-

Elifim için söylenecek çok söz var
ama ben ancak susabiliyorum...

Bundan sonra roman yazsa birisi çıkıp
bunca kıymetli olmaz sanırım...

bu ilki bir erkek yaşatsaydı bana
muhtemelen aşık olurdum ona.. (Allahın şanslı kuluyum galiba :))
Kelime adamak kadar özel bir başka şey yok bence bir insana..

şimdi zaman zaman yüzüme asılan içime süzülen hüznü bir yana koyup

yaşamı yakıştırıyorum yüzüme
yüzümüze

ve kadeh kaldırıyorum bize..

dostluğumuza

ve bütün kadın taraflarımıza....

IMG_5569

9 Mart 2011 Çarşamba

mavi.....

nil

an gelir
hiç ummadığın bir zamanda
hiç ummadığın bir platformda
hiç ummadığın bir frekans yakalarsın birisiyle...

durup durup gülersin yaşadığının büyüsünden..
masal gibi
yok canım..
gerçek olmaz herhalde diye
kendini çimdiklersin bile bazen...

o birisi yüreğinin kuytusuna dokunmuştur çiçek kokulu narin elleriyle
ruhunun yaralı köşelerinden öpmüştür kelebek teması dudaklarıyla
düşündüğün anlarda onu
sığmaz için içine

hatta
kutlarsın kendini
onun hayatına katabilme başarısını gösterebildin diye...

pembe mavi düşlerde
huzur neşe masallarda
anarsın isimlerinizi birlikte...

an gelir...
içine adeta bir başka sen dalıverir
üzüverirsin kıymetlini...
kırıverirsin kalbini...

o kristal berraklığındaki özel yürek
kırılıverdi mi senin ellerinle
dağılıp batar kıymık kıymık kıymık içine
usul usul kanatır kıymıklar değdiği yeri ince ince...
ince bir sızı kalır haalrdan
pişmanlıklardan geriye

kalır iyi ki de
bir kez daha
bir hata daha yapmaya bir adım yaklaşsan da
sızım sızım sızlar o ince iz
ve
hemen uzaklaşırsın o hatadan
ardına bile bakmadan
kıymetlinin kıymeti bir kez daha yücelir yücesilenir gözlerinde hislerinde....
ve bir bakmışsın mavisin
masmavisin tepeden tırnağa
ve şükredersin kıymetlinin kurduğu o masmavi düşlerine...
utansan da
kaldıramasan da başını yerden
yine de engel olamazsın minicik bir tebessüm izine şükürler olsun ki bir yanım hala mavi -- masmavi diye....

mavikadınım bağışla...........

5 Mart 2011 Cumartesi

FOTOĞRAF ÜZERİNE / Susan Sontag

susansontag

"Fotoğraflar, bize yeni bir görsel şifre öğretmek suretiyle, bakılmaya değer olan şeyler ile kendimizde olanları gözlemleme hakkını bulduğumuz şeylere ilişkin görüşlerimizi değiştirip genişletiyorlar. Fotoğraflar bir dilbilgisi ve  -daha da önemlisi- bir görme etiği oluşturuyorlar. Son olarak da, fotoğraf çekme girişiminin en görkemli sonucunun, bize bütün dünyayı -bir görüntüler antolojisi şeklinde- kafamızın içine sığdırabileceğimiz duygusunu kazandırmak olduğuna dikkat çekmek gerekiyor.

Fotoğraf toplamak, dünyayı biriktirmektir. Filmler ve televizyon programları duvarları ve ekranları aydınlatır, onlara yansıyan ışıkları titreştirir ve sonra da kaybolup giderler; oysa, durağan fotoğraflarda rastladığımız görüntü, aynı zamanda oldukça hafif, ucuza üretilen ve kolayca taşınıp biriktirilerek saklanabilen bir nesnedir." (s. 213)

"Fotoğraflar belki de, bizim modern diye bildiğimiz çevreyi oluşturan ve koyultan bütün nesnelerin herhalde en esrarengiz olanlarıdır. Fotoğraflar gerçekten de zaptedilmiş deneyimlerdir; fotoğraf makinası ise, biriktirmeye meyilli bilincin ideal kolu.

Bir şeyin fotoğrafını çekmek, fotoğraflanmış olan o şeyi ele geçirmektir. Başka bir deyişle, bir şeyin fotoğrafını çekmek, dünyayla, insanda bilgilenme -dolayısıyla, güçlenme- duygusu uyandıran bir şekilde ilişkiye girmektir." (s. 3)

"Fotoğraflar bize kanıt teşkil ederler. Hakkında bir şey işitip de şüpheyle karşıladığımız bir şey, onun bir fotoğrafı bize gösterildiğinde kanıtlanmış sayılır." (s. 5)

"Son dönemlerde fotoğraf, neredeyse seks ve dans kadar yaygın biçimde rastlanan bir eğlenceye dönüşmüş durumdadır (demek ki, her kitlesel sanat formu gibi fotoğraf da çoğu insan tarafından bir sanatmış gibi icra edilmektedir). Fotoğraf, esasında bir toplumsal ritüel, endişelere karşı bir savunma siperi ve bir güç sergileme aracıdır." (s. 8-9)

"Fotoğraf çekmek, dünyayla, her türlü olayın anlamını düzleyen bir kronik dikizci ilişkisi kurdurmaktadır.

Bir fotoğraf, bir olay ile bir fotoğrafçının karşılaşmasının sonucu değildir salt; fotoğraf çekmek başlı başına bir olaydır. Üstelik daha da katı haklar (olup biten herhangi bir şeye karışmak, istila etmek ya da görmezlikten gelmek gibi)sağlayan bir olay." (s. 12-13)

"Biz insanlar, korkunca ateş eder, nostalji duyunca fotoğraf çekeriz

Şu an içinde yaşadığımız zaman dilimi, nostaljik bir devirdir; fotoğraflar da etkin bir rol oynayarak nostaljiyi beslerler. Fotoğraf, ağıtlı bir sanattır, bir bakıma alacakaranlık sanatı. Fotoğrafı çekilen kişi, olay ya da durumların çoğu, sırf fotoğraflarının çekilmiş olmasından dolayı pathos'la kuşanırlar. Çirkin ya da grotesk bir (fotoğraf) malzeme(si), fotoğraf çeken kişinin dikkatine mazhar olunca, pekâlâ dokunaklı bir etki sağlayabilir. Aynı mantıkla, güzel bir malzeme de eskimiş, çürümüş ya da ortadan kalkmışsa pekâlâ acınası duygular uyandırabilir. Bütün fotoğraflar memento mori niteliği taşır, yani ölümü akıldan çıkarmamaya yarar. Bir fotoğraf çekmek, başka bir insanın (ya da şeyin, durumun vb.) ölümlülüğüne, incinebilirliğine ve dönüşebilir haline dahil olmaktır. Söz konusu ânı dilimleyerek dolduran bütün fotoğraflar, zamanın amansız eriyişinin tanığıdırlar." (s. 18-19)

"...bir akışı değil de kesin bir zaman dilimini yansıtıyor olmalarından dolayı fotoğrafların hareketli görüntülerden daha fazla akılda kalması mümkündür. Televizyon, her yeni görüntünün bir öncekini silip yok ettiği ve rastgele konan görüntülerin akışıdır. Fakat, her fotoğraf karesi, muhafaza edilip tekrar bakılabilecek olan ince bir nesneye dönüşmüş durumdaki ayrıcalıklı bir ânı temsil eder." (s. 21-22)

"Fotoğraflara bakarak öğrenilmiş bir olay, o fotoğrafların hiç görülmediği bir duruma göre kesinlikle daha gerçek bir şekle bürünür." (s. 25)

"Fotoğraf, eğer onu makinenin kaydettiği haliyle kabul edersek, dünyayı tanıyacağımız izlenimini uyandırır bizde. Gelgelelim bu, dünyayı göründüğü haliyle kabullenmemekle yola çıkan 'anlama'nın tam zıttıdır. Anlamanın gizi, hayır diyebilmekte yatar. Kesin bir dille konuşursak; bir fotoğraftan asla herhangi bir şey anlaşılmaz.
...
fotoğraf makinasının gözüyle gerçeklik, her zaman için ifşa ettiğinden daha fazla şeyi saklamak durumundadır." (s. 28-29)

"Fotoğraflar, zaten muazzam ölçüde kalabalık olan dünyaya, bir de onun görüntülerden oluşan bir kopyasını eklediklerinde, dünyanın sahiden de olduğundan daha fazla elle tutulabilir bir yer olduğu duygusunu hissettirirler bize" (s.30)

“Fotoğraf çekmek bir önem atfetmektir. Herhalde hayatta güzelleştirilemeyecek hiçbir konu ya da malzeme yoktur, diyebiliriz; ayrıca, bütün fotoğraflarda içkin olarak bulunan, fotoğrafların konu ya da malzemelerine bir değer tanıma eğilimini yok saymaya kalkmanın da bir anlamı yoktur. Ancak değerin anlamında değişiklik ortaya çıkabilir, bu mümkündür.


...

Hiçbir ân başka bir ândan daha önemli olmadığı gibi, hiçbir kişi de başka bir kişiden daha ilginç değildir.” (s. 33)

“Fotoğrafçı süper turisttir; yerlilerin yurtlarını ziyaret edip, onların egzotik usulleri ve tuhaf giysileriyle ilgili haberlerle geri dönen antropologun uzantısıdır. Fotoğrafçı her zaman için yeni deneyimleri sömürgeleştirmeye ya da bilinen konulara bakmanın yeni yollarını bulmaya –sıkkınlığı aşmaya- çalışır. Çünkü, sıkıntı, büyülenmenin tam aksi yüzüdür: Aslında bu duyguların ikisi de, bir şeyin içinde olmaktan ziyade dışında olmaları sebebiyle oluşur ve ikisi de birbirini çağırırlar. ‘Çinlilerin bir teorisi vardır, büyülenmeye giden yol sıkılmaktan geçer’ der Arbus. “(s. 52)

“Bazı fotoğrafçılar bilimciler gibi, bazılarıysa ahlakçılar gibi yola çıkarlar. Bilimciler dünyanın bir envanterini çıkarırken, ahlakçılar zorlu davalara odaklanırlar.” (s. 72)

“Hart Crane şöyle demiştir: ‘Her şeyin kökünde hız vardır; saliselik bir görüntü [fotoğraf makinesiyle] öyle keskin bir şekilde yakalanır ki fotoğraftaki hareket sonsuza değin kalıcıdır ve o ân ebedileşir.’”(s. 79)

“Geçmişi tüketilebilir bir nesneye döndüren fotoğraflar, birer kestirme yoldur. Her fotoğraf koleksiyonu, tarihin sürrealist montajı ve sürrealist kısaltılmışının birer egzersizidir.” (s. 84)

"Elbette fotoğraflar birer yapıntıdır. Ama onların cazibesi de aynı zamanda fotoğrafik enkazla dolup taşan bir dünyada, bulunmuş nesneler (dünyanın hiç bir ön dolayıma maruz kalmamış kesitleri) statüsüne sahip bir görünüme bürünmüş olmalarından kaynaklanır. Demek ki fotoğraflar, sanatın prestiji ile gerçek olanın sihrini eşzamanlı olarak bağırlarında taşırlar." (s.85)

"İnsanların nasıl yaşlandıklarını en mahrem, en rahatsız edici şekilde fotoğraflarla takip ederiz. kendimizin, tanıdığımız birinin ya da fotoğrafı çok fazla çekilen tanınmış bir simanın eski bir fotoğrafına bakmak, her şeyden önce bir duygu uyandırır insanda: o zamanlar ne kadar gençmiş(im). Fotoğraf, ölümlülerin envanteridir." (s. 86)

"Fotoğraf kaçınılmaz olarak, gerçekliğe belli bir şekilde tepeden bakmayı gerektirir." (s. 100)

"Hayat, bir an yakalanıp ebediyen sabitlenen önemli ayrıntılardan ibaret değildir. Ama fotoğraflar öyledir." (s. 100)

"Şimdiye kadar hiç kimse, çirkinliği fotoğraflar vasıtasıyla keşfetmiş değildir. Ama birçok insan, fotoğraflar sayesinde güzelliği keşfetmiştir. Fotoğraf makinesinin belgelemek - ya da sosyal ritüelleri göstermek- amacıyla kullanıldığı durumlar haricinde insanları fotoğraf çekmeye yönlendiren dürtü, güzel bir şeyi yakalama isteğidir." (s. 102)

"... kendini çekici bulmak, kesinlikle bir fotoğrafta güzel çıkmış olmaya bağlı bir duygudur artık. Fotoğraflar 'güzel'i yaratır ve -nesiller boyu fotoğraf çekmeye devam edildiği müddetçe- onu sonuna kadar kullanıp tüketirler." (s. 103)

"Fotoğraf, alışılmış görme biçiminin kalıbını kırdığı ölçüd, başka bir görme alışkanlığı yaratır (bu başka görme biçimini de hem yoğun, hem serinkanlı, hem meraklı, hem mesafeli, hem önemsiz ayrıntılara, hem aykırı şeylere düşkün diye tanımlayabiliriz)" (s.120)

"Fotoğrafın en kalıcı zaferi, mutevazı, saçma ve yıpranmış şeylerdeki güzelliği keşfetme yeteneğine sahip oluşudur. En azından, 'gerçek' olan şey bir pathos'a sahiptir.  O pathos da -güzelliktir. (sözgelimi yoksullardaki güzellik)" (s. 124)

"Geleneksel düzlemde 'güzel' olarak kabul edilen ölçüye karşı belirli bir tepkiyi temsil eden fotoğraf, 'estetik beğeni'yi oluşturan ölçütleri muazzam derecede genişletmemize yaramıştır. Bazen bu tepki 'hakikat' adına gösterilir. Bazen de 'ince zevklilik' ya da 'daha güzel yalanlar uydurma' adına." (s.127)

"Fotoğraf insandaki şey-liği, şeylerdeki insan-lığı ortaya çıkartarak, gerçekliği bir totoojiye çevirir." (s.135)

"Arbus'un gözlemlediği üzere: 'Bir fotoğraf, bir sır hakkındaki bir sırdır.'Size ne kadar çok şey anlatırsa o kadar az şey bilirsiniz" (s. 135)

"Fotoğraf bireyselleşmiş 'ben'in (bunaltıcı bir dünyada yolunu kaybetmiş olan evsiz kişinin) çıplak bir dışavurumu olarak görülür, ayrıca dünyanın hızla görsel bir seçkisini oluşturark gerçekliğe hakim olma çabasını yansıtır.  Ya da fotoğraf araya belli bir mesafe koyma imkânı yaratarak, benliğin devreye giren, kendini dayatan iddialarını bir tarafa koyarak, (hâlâbunaltıcı, yabancı bir olgu olarak deneyimlenen) dünyada bir yer bulmanın bir aracı sayılmıştır. Ne ki, fotoğrafın kendini ifade etmeninüstün bir aracı olarak savunulması ile fotoğrafın benliğin gerçekliğin hizmetinbe koşulmasının üstün bir ylunu gösterdiği için övülmesi arasında, zannedildiği derecede büyük bir farklılık da yoktur. Her iki yaklaşım da, fotoğrafın eşsiz bir ifşa sistemi sağladığını gerçekliği bizim onu daha önceden görmemiş olduğumuz haliyle gösterdiğini - farz etmektedirler." (s. 142)

"Fotoğrafa gerçekçilik programı denirken fiilen ima edilmek istenen şey, gerçekliğin gizli olduğu inancıdır. Gizli olan bir şeyin de üstünden  onu gizleyen örtünü kaldırılması gerekir. Fotoğraf makinesinin kaydettiği her şey bir ifşadır." (s. 144)

"Fotoğrafik bakışla bir şeyi, herhangi bir şeyi göstermek, onun gizli kalmış olduğunu gözler önüne sermek demektir. Yine de fotoğrafçıların, egzotik ya da istisnai derecede çarpıcı konularla bu gizemi koyultmaları şart  değildir." (s. 145)

"Moholy- Nagy: Fotoğraf bizim gözlem yapma yetimizi korur ver, görme yeteneğimizde psikolojik bir dönüşüm gerçekleştirir. (s. 138 )

"Robert Frank: Fotoğrafta olması gereken tek bir şey vardır, o âna yansıyan insanlık.(s. 147)

"Fotoğraf, başlı başına bir sanat formu olmasa bile, her türlü konusunu sanat eserine çevirme gibi özgül bir kapasiteye sahiptir. Fotoğrafın bir sanat olup olmadığı meselesinin yerini, artık fotoğrafın sanatlara yeni hedefler bildirmesi (ve yaratması) gerçeği almıştır." (s. 178)

"... bir fotoğraf hiç bir zaman yayılarak ortaya çıkan bir şeyin (nesnelerin yaydığı ışık dalgalarının) kayda geçirilmesinden daha azıyla yetinmez -hiç bir resmin yapamayacağı şekilde, bir bakıma, konusunun maddi izini taşır bize." (s. 182)

"Fotoğraflar, direngen ve ulaşılmaz sayılan gerçekliği hapsetmenin, gerçekliği olduğu şekliyle sabitlemenin bir yoludur. ya da fotoğraflar büzüldüğü, içine çekildiği, hemen bozulduğu ve uzaklaştığı varsayılan bir gerçeği büyüterek önümüze sererler. Nasıl gerçekliği elde tutmak mümkün değilse, görüntüleri de elde tutmak (ve görüntüler tarafından ele geçirilmek) mümkün değildir." (s. 193 - 194)

"Bir fotoğraf makinasına sahip olmak şehvete benzer bir duygu uyandırabilir ve şehvetin her inandırıcı hali gibi bu duyguyu da tam tatmin etmek mümkün değildir."(s. 213)

4 Mart 2011 Cuma

"İZ"dik madem....

iz
sadece bir "iz"dik aslında şu koskocaman dünyada

ve bir dalgaya bakardı silinip gitmem"iz"...

madem sadece birer "iz"dik b"iz"

tüm insanlar hepim"iz"

olura olmaza
...olur olmaz zamanlarda

birbirimizi neden "üz"dük b"iz"?

paralelite çıkmazı

IMG_6268


aslında tam paraleldik biz birbirimize

ne kadar gidersek gidelim
-ileri ya da geri-

aramızdaki mesafeyi hep bu yüzden koruyorduk

uzaktan bakınca kendmize ileride bir yerlerde yollarımızı kesişiyor zannediyorduk

...basit bir perspektif yanılsamaydı bu aslında

anlamıyor

belki de

anlamak istemiyorduk

İç İçe Şimdi

IMG_2899


gitmeye duran sendin hep / kalakalıvermeye duran ben...

geçmişimiz yoktu bizim -hiç olmamıştı-

gelecek hayal etmemiştik -hiç etmeyecektik

İÇ İÇE geçmiş sonsuz/sınırsız bir "şimdi"den ibaretti neyimiz varsa
gidebilsen kazanmış olmayacaktın

...kalıversem kaybetmiş olmayacaktım

kazanç ya da kayıp yoktu söz konusu gidişin ardında

bir gidiş

bir gidişti işte -gidebilseydin/keşke gitseydin-

hepsi bu

2 Mart 2011 Çarşamba

... söyleyemedim...

IMG_6356

çoktu söyleyecek sözüm sana... söyletmedin.. söyleyemedim

tutmasam kendimi su gibi akıp gidiverecektiler dudaklarımdan
tutayım istedin... tuttum...

içime aktılar çıkamadıkları yerde kırılıp kırılıp

aktıkları yere battılar kanadı içim..

...usul usul iç kanamadan öldüm...

senin hiç kabahatin yoktu...

tuttuğum kendi sözcüklerimle kendi kendimi kanatıp kendimi kendim öldürdüm.....

YASAKÇI ZİHNİYETİ KINIYORUM

Tekelci Yasakçı zihniyeti
Lanetliyorum

BLOGUMA DOKUNMA

ÇEK PİS ELLERİNİ MASUM BLOGUMDAN....


bu zevzek uygulama sürerse ttnet ve superonline ve yasaklayıcı zihniyete çanak tutan diğer erişim hatlarına boykot öneriyorum..
ofisimden girebildiğim bloguma evimden giremiyorum....

REZALETİ KINIYORUM

1 Mart 2011 Salı

“gitme” diyemem sana –Sen gitme; dur...

IMG_4854

Oradan bakınca neyim varsa anlatıyor gibiydim sana... Oysa ne çok şeyim vardı sakladığım... Sakladıklarımı bilseydin;


biliyorum gitmezdin....



Bakma “git” deyişime benim... “dur” diyemem –Sen gitme; dur...



Gittiğin yer sanki ne kadar farklı ki kalacağın yerden?... Ne biriktirdiysen onlarla gidecek değil misin sanki giderken...



Ben “gitme” diyemem –Sen gitme



Kanıma karışan, aklımı bulandıran bir şaraptın... Sirkeleşme... Gitme; kabına zarar keskin sirke...



Neyim var neyim yoksa anlatıyor gibiydim sana... Halbuki çoktu anlatacaklarım daha... Söylediklerim sakladıklarımın kaçta kaçıydı aslında... Ben saklamadım belki de; sen kilitledin kendini vereceklerime,,, diyeceklerime...



Gidiyorsun

Git diyorum

Gitme diyemem ben

Ama sen gitme



Nefesim kesiliyor ardından bakarken.. Nefessiz kalmak ne zor bilemezsin...

Bulaşıyorum her zerrene usuldan sızıyorum damarlarına, habersizsin...



Soluksuzum, ölüyorum lâkin.. Gitme diyemiyorum; –Sen gitme; dur...



İlle bir adı olmalıydı sana kalırsa paylaşılanın

Aşk

Tutku

İhtiras

Sevgi

Arzu

Merhamet

Şefkat

Şu

Bu

İlle bir isim konmalıydı...

İsimsiz yaşayamazdık sanki o ânı...

Şimdi kaybettik işte o ânları, gittiler... Bari –Sen gitme; dur...



Ben “gitme” diyemem... Ama sen gitme işte ne olur.....



Nefessiz kalıyorum gidişinle.. nefessiz kalan insan –ölür...

İstemezsin öleyim... – biliyorum...



Sana “gitme diyemem... Ne olur –Sen gitme; dur...





Zaman ilacıymış her derdin...

Devasıymış... lâkin yok direncim.. İlaca ulaştırmayacak belli dermansızlığım... Kalsan tutsan elimi, çabalar yutarım bakarsın ilacımı...



Ama “gitme” diyemem sana –Sen gitme; dur...





Yok

Anladım

Gideceksin illa

Tamam



Ama can çekişmek de zor işte nefessiz zamanlarda...



Giderken öldür de git bari

Hadi VUR......

Bekle(me)mek....

IMG_5745

Bekle dedi gitti



Ben beklemedim, o da gelmedi...


Ölüm gibi bir şey oldu


Ama kimse ölmedi...

özdemir asaf