16 Aralık 2011 Cuma

mORanj

seni ilk gördüğüm gün, sonbaharın yabanıl 
kahverengi geyiği benim için olduğunu 
anlamıştım. boynuzların iletken elektrodlar 
gibi, tuzumsu bir karla kaplanmıştı. 
ağaçların etrafında yavaşça dolaşan 
buğuların ve serpiştiren buzdan iğnelerin 
arasında mor'u tanıdım. 


omurganda yanan ışıkla oryantal ikonların 
karanlık gölgeleri ardında kırmızı ve 
maviyi karıştırıp moru elde ediyordun: 
gizin rengini. 


beni ilk gördüğün gün senin için 
olduğumu anlamış mıydın? bal peteklerinden 
bir yağmur yağıyordu. defne ormanlarının 
arasında oranj'ı tanıdın. ikimiz de 
duruyorduk öyle kolera çarpmış gibi 
sersemlemiş, büyülenmiş, buğuların üstünde. 
hiçbir şey değişmedi yine de çünkü "aşk 
likid korku dolu bir kadehtir." 

budist rahiplerin safran giysileri 
yanıyordu havada. birisi yerde 
mor giysisiyle yatıyordu. sana 
yalan söylemek istemiyordum. oranj 
olmadığımı, mor olduğumu benim de, 
hatta hileli bir "deeper blue" 
olduğumu... birbirine zıt iki renk... 
anlamıyordun... kadın yogilerin 
cinselliğini arttırdığı söylenen 
mor bir ışıkta beni oranj sanıyordun. 


oranj değilim ben, yasın belirtisiyim, 
morum, safranım belki ama oranj 
değilim. mutluluk çıkmaz benden. 
benim turunçgillerim yapraklarını ağlar. 
< 

incelikli zulmün için, kalbimin 
yine de senin için tuhaf şövalyem

morluklarını unutup oranj olmayı deneyebilirim

 * * * 
unutuşum başka bir sendi. ben ölüyordum tropiko
unutuşun beyaz romansıyla ölüyordum.
söylenecek başka bir şeyim yok artık.
unutmak istemiyordum oysa.
güzel kalan yaralar vardır çünkü..
limon kokulu, yağmurlu kadınlar vardır.
hiç unutmayan kadınlar vardır.. limon kokulu..
her şeye rağmen.. yağmur kalan kadınlar vardır..
  * * *
gözlerimi sana çevirdiğim zaman

bir buğu sarıyor onları
görmüyormuş gibi yapıyorsun ama
imkânsızlıklar yaratıyor aşkları...
  * * *
bana gelince ben

hazan yüzlü bir adamı aradım hep
bir sonbahar günü beyaz pardesüyle
kurumuş yaprakların üzerinden
kapımı çalmasını bekledim
gelse ne olacaktı
onu da bilmiyorum ya
olanaksız bir şey istediğim farkındaydım ...
  * * *
seni bir gün en yakının ele verirse eğer,

öğren susmasını ve ağlamamasını.
bir kavanozun içinde mavi bir gül
yetiştir her gün daha çok yaşayan.
bir masalın ağzını kapat ve yat
geniş odalarda. bir oksijen çadırında.
  * * *
boynumda yağmurdan bir kolye

mızrak gibi kelimelerin üstüne oturuyorum bugünlerde
bir siyam kedisi ve ben
pek çok şeyi geriye doğru unutuyoruz.
  * * *
öyle anlar vardı ki

elle tutulabilirdi coşku
seçkindik ve kanarak yaşıyorduk
ışık körelmişti gözlerimizde
soluksuz kaldık batak büyüdüğünde


ihaneti çevirin
çevirin yüreğinizi
yaşam devingen bir nehir işte 
ışıtıyor sizi
  * * *
ne kötü şimdi şu an dışarı baktığımda

sana bu derece yabancılaşmam
o kadar yakındık ki...
ama işte şimdi elimi dışarı uzattığımda
yağmurun yağıp yağmayacağını kavramak dışında
sana dair hiçbir şey bulamıyor olmam


sana tutunamam ki 
katiller bile geride
el izi bırakır, ne acı...
* * *
seni yatıracağım ellerimde

bir ıhlamur yaprağı gibi
seni yatıracağım göğüslerimde
menekşeler gibi
seni yatıracağım gözlerimde
bir yağmur suyu gibi...
  * * *
içimizde dönen yıldızlara bakıp sessizce

düşlerin kışını ciğerlerimize dolduruyoruz
hep yarıda kalan dostluklar sürdürüyoruz
çekiciliğini kararsızlıktan alır sonlu varlığımız
uzayda acının sonsuz titreşimlerini yayan
bir yıldızdır kahkahamız...

ben hala o uzun kıvrılan yolda bekliyordum.

oradan ayrılmamıştım ki...
sonra şimdi yatağımda, bütün gece yazmaktan
yorgun düşmüşken, kuzey rüzgarı buzdan
heykeller yontarken odada, kulaklarımda
"the long and winding road" dönerken
yavaşça, seni düşünüyorum…

ben seni hiç üzemem

papatya çayı yapmak isterim sana
sonra portakal çayı
fume lapsang souchong çayı
ama ben seni hiç üzemem
deliririm yalnızca
sessizce tek başıma deliririm
beni la pais'ye koyarlar
koyu türk çayi içerim orada yalnızca."

 
böceklerin de

kıtalararası aşkı olabilir
gemilerde mesela
bizim aşkımız
bu kadar zor bir şey mi tuala?



lale müldür


Hiç yorum yok: